Analog/GİTTİM VE GÖRDÜM: ASANSÖR (İZMİR)

10:01

Psikoloji öğrencileri için her yıl yaz aylarında düzenlenen ulusal kongre (UPOK) için İzmir'e gitmiştik. Bu fotoğrafı çektikten sonra Alsancak'a kadar yürüdüğümüzü hatırlıyorum, ardından bayılacak kadar yorulduğumu da... Asansörün bizzat kendisinin belki çok fazla fotoğrafı çekilebilirdi ama ben oradan İzmir'i çekmiş olduğum için mutluyum. O kadar yol boyunca makineyi taşımış olmam da hayret verici: Konak sahilinde oturduğum yerde kalmamın nedenlerinden biri şimdi çok daha iyi anlaşılıyor. Buradaki balkonlardan birinde Türk bayrağı asılı, onu görüp ilk söyleyene ise bir adet Kordon dondurması borcum olsun. İzmir'den kalanları şöyle madde madde yazmışım dönünce, fiyakalı olduğunu düşünmüş olmalıyım o zamanlar:
1. Korkarım yazacak çok ama çok fazla bir şey var ama şimdilik birkaç fotoğraf ve birkaç ufak cümle. 
2. Nihayet ben de o “herkesin çektiği” fotoğraftan çektim. Hatta fotoğraflardan. Ev-vet!
3. İzmir, ah İzmir! Senin hakkında yazacak çok fazla şey var. 
4. Upok18 bitti. Ulusal pisikolooğji öğrencileri şeysi. Çok çok çok güzeldi fakat sertifika eğitimi “aman klinik psikoloji olmasın” diye özenerek seçtiğim, “ilkyardımla alakalı bişiydir yaa” diye düşünüp “Acile Krize Müdahale” programına girince onun tamamen “intihar"lar üzerine olduğunu görmemle gelişen olaylar... 
5. Ve sabahtan akşama kadar intiharlar hakkında konuşup durmak... 
6. Ama yine de o dondurmayı paylaşmasam, birilerine mutlaka ama mutlaka tavsiye etmesem ol-maz-dı! Yer: Konak. Marina Kafe. Veya Marine Kafe. Konak Pier'in az ilerisi, Nostalji'nin de azıcık ilerisi. Karışık gerçek bilmem ney dondurması. Yediğim en güzel dondurma budur. 

YENİDEN: KEİFİ'YE UĞRADIK!

13:19

Keifi için Gittim ve Gördüm yazısı yazalı çok uzun zaman olmuş, merak edenler buradan okuyabilir. Üzerinden ne kadar zaman geçtiği, fotoğrafların ne kadar değiştiğinden bile ayırt edilebiliyor adeta (karanlık bir dönemmiş, neyse ki sağ salim atlatabilmişiz!). Bu yazıyı yazdıktan sonra birkaç kere daha gittim ama yine kış aylarıydı, köşedeki koltukların ne kadar güzel ışık aldığını unutmuşum o yüzden. Geçtiğimiz günlerde eski bir arkadaşımla yolumuz tekrar buraya düştü ve bazı değişiklikler gördük: Konseptte genel olarak hiçbir değişiklik yok ama ön bahçe büyütülmüş ve artık, özellikle akşama doğru eskisinden daha da kalabalık.

Güzel yanı ise yeni geçtikleri uygulamayla haftaiçi her gün 10.00-16.00 saatleri arasında kitap okumaya gelenlere ilk çayları kendilerinin hediye ediyor olması. Biz çayımızı da içtik, smoothie'mizi de. Meraklısı için burada birkaç fotoğraf daha var. Mesela TIK, TIK, ve TIK. Greyfurtlu smoothie enfes bir yaz içeceği olmuş, bütün yaz Ankara'da tıkılıp kalanlar umarım çoktan keşfetmişlerdir.

Bir sonraki gelişimizde de bizzat kendilerinin icetea'lerini denemek istiyorum, şimdiden leziz bir not olarak burada kalsın, belki benden önce yolu düşenler olur.

BİR ALERJİ HİKAYESİ VE AVİENDO

11:40

Bugün dünyanın en alerjik insanlarından biri olarak karşınızdayım. Gerçekten umutsuz bir giriş oldu, ama hikayenin öncesi de var.

Küçüklüğümden beri çeşitli garipliklere alerjisi olan bir insanım, en başta geleni de ev tozu. Ev tozunu yok etmek uğruna senelerdir halısı/tül perdesi olmayan odalarda yattığım, elyaf yorgandan başka yorgan kullanamadığım, kalmaya gittiğim evde önce temizlik yaptığım yetmedi; Trabzon'dan geldikten sonra bir anda alerji kriziyle çarpışmaya başlamam ve soluğu doktorda almam bir oldu. Uzunca bir "şundan mı alerji oldun, bundan mı" tetkiki yaşadıktan sonra (ki ben bir ara domatese alerjim olduğunu iddia etmeye bile başlamıştım, nedense domates yedikten sonra yanıyor ve kızarıyorum) doktor pes etti, en son kullandığım kozmetik ürünlerini değiştirmeyi tavsiye etti: Sözün özü, Parabensiz hayata geçiş yapmış bulundum.

Etrafta çılgınlarca parabensiz dermokozmetik arıyorum ne zamandır, meğer ne kadar zormuş! Daha önce hiç dikkat etmemiştim. Doktordan çıktığım gibi aynı gün şampuanımı değiştirdim (saç kremi kullanmamaya başladım), Dalan'a geçiş yaptım. Dalan'ın şimdiye kadar sadece nemlendiricisini kullanıyordum ve okuldaki kızlarla hastası olmuştuk. En basitinden "yağlı" değil, vıcık vıcık da değil, su bazlı bir şey sanırım, hemencik kuruyor ve kokusu harika. İşin garibi daha öncesinde onlarca lira vererek aldığım bütün nemlendiricilerden on kat daha iyi (üzgünüm The Body Shop, gerçekler!) ve fiyatı da aşırı uygun. Market reyonunda Dalan'ın zeytinyağlı şampuanını görüp, Parabensiz de olduğunu görünce hemen aldım ve 1-1.5 haftadır gayet memnuniyetle kullanıyorum.

Ama yüz ürünlerinde bu kadar şanslı değildim çünkü gerçekten yok. Yine Dalan'ın sabunu var, ama sabun da yüz için kullanılabilir bir ürün değil (çok direndim ama kabul etmek zorunda kaldım en son). Bugünlerde Aviendo'nun tamamen doğal yüz temizleyicisini ve toniğini kullanıyorum. Aviendo Danimarka markası ve yeni çıkmış, şişelerin estetiğine bayıldım (biz kızlar :/). Ürünleri gönderirken küçük örnekler de göndermişler. Annem yüz toniğini kullandıktan sonra yüzü inanılmaz bir reaksiyon verdi ama müşteri temsilcisi bunun içeriğindeki doğal Aloe Vera'dan kaynaklandığını, bir sorun olmadığını söyledi: Vücudu dinçleştiriyormuş (tabii annem bunu duyunca anında ikna oldu, genç göstermek için bu çileye değeceği konusunda hemfikir, hehe). Yüz temizleyicisi de benim yüzümü kuruttu (en son yüz kaslarım hareket edemez halde dudaklarıma silikon yaptırmışım gibi gülmeye çalışıyordum) ama iyice nemlendirdikten sonra gerçekten de işe yaradığını gördüm. Karma bir cildim olduğu için yüzümün parlamaması beni her zaman mutlu eder, bunu da Dalan ikilisiyle sağladım. Belki aynı markanın nemlendiricisi ile kullanınca daha düzgün bir sonuç elde edilebilirdi ama.

Şimdilik alerji yolcuğumuzda iyiye gidiyoruz, en azından kaşıntı yok, kızarma yok. Belki gerçekten Paraben'e bir alerjim vardı, bunu da sadece zaman gösterecek.

Bu arada yukarıdaki Aviendo ürünlerinin başka fotoğraflarını da çekmiştim, meraklısı için bu bir, bu da iki.

Analog: Mutfak Anıları

14:04

"Arthur ekranlara bakıp gözlerini kırpıştırdı ve önemli bir şeyi kaçırıyormuş hissine kapıldı. Birden bunun ne olduğunu fark etti. 'Bu uzay gemisinde çay var mı?' diye sordu." -Douglas Adams

Minon'a gideli epeyce vakit olmuş ama analogla çektiğim fotoğraflar bir anda karşıma çıkınca burada da yayınlama hissine karşı koyamadım bir türlü. Z. ile ilk gittiğimizde önce çok yabancılık çekmiş, ama ilk çayı içtikten birkaç saat sonra kendimizi bir yandan 3 çeşit pizzayı götürürken bulmuştuk. Yetmemiş, 3 güzel hanımın yaptığı çeşitli hamurişlerine de epey samimi davranmıştık. Her taraftan epeyce ışık aldığı için Zenit TTL ile epey zorlanmıştım ama şimdi bakınca, mutfaktan güzel anılar kalmış geriye...

Karadağ Yaylası 19.07.2015

10:05

Onism (i.): Tek bir anda tek bir yerde olmanın, tek bir vücutta sıkışmanın yarattığı hayalkırıklığı.

*

Herkesin birbirinin gözünün içine baktığı, birilerinin gülümsediği, öylece bir an. Bekleyiş anı. 

MAKİNE DOSYASI: ŞU AN NE DURUMDAYIZ?

14:56

Genelde merak edilip soruluyor, blogdaki yazılar için son 1 aydır Sony A6000 kullanıyorum. Burada elimdeki Canon 550D, fotoğraf da A6000 ile çekildi. Son 1 aydan önce genelde Fujifilm XE-1, Canon ve bazen de Sony A7 kullandığım gönderiler var. Analog makinem de Zenit TTL. Pezometresinin olmaması yüzünden biraz sıkıntı yaşıyorum bazen, o yüzden telefona lightmeter yükledim, doğrusu epey işe yarıyor. Instagram için en çok telefonun kamerasını kullanıyorum (LG G2), yine de aynasız makineler canımdır.
A6000 ise dediğim gibi bir süredir kullandığım makine. Ufak tefek, oyuncak gibi bir şey. Olur da, almayı düşünenler varsa diye kısa bir inceleme yazmak istedim. Bu yüzden yukarıda bahsettiğim makineler ile hem gövdeler hem markalar arası kıyas yapacağım.

Fujifilm XE-1, mükemmel bir aynasız makineydi, 35mm lens ile analog tadını birebir alabiliyordunuz. Fuji'nin Leica varisi olarak görülmesi boşuna değildi yani bir zamanlar. Çoğu zaman çok memnun kalsam da özellikle düşük ISO'da kötü sonuçlar veriyor ve netlemesi çok yavaş. A6000'in yirmide biri desem abartmış olmam. A6000'in netleme hızına alıştıktan sonra geri kalan her şey aşırı yavaş ve hantal geliyor. Şarj bakımından değerlendirirsem, Fuji 10 üzerinden 7 alabilir. Fuji'nin Türkiye piyasasından çekilmiş olması ve lenslerinin aşırı pahalılığı olumsuz bir yönü. Onun dışında makine her yere taşınabilir, güzel. Sırf zevkine bile alınır gerçekten, o analog havasına sonsuza dek sevgi duyacağım eheh.

Canon 550D bu kıyasta yerini almayabilir ama aynasız gövdenin giriş seviyesi bir dslr'a tercih edilebileceğine bizzat şahit olmuş durumdayım. A6000'in renk derinliği 550D'den daha iyi bir durumda. 550D'nin iyi tarafları şu olabilir: A6000'in ekranı güneş ışığında epey kararıyorken 550D en parlak ışıkta bile net bir vizör görüşü sağlıyor, hatta bu epey etkileyici bir fark. Aynı zamanda şarjı da çok daha iyi. 550D'nin şarjı 10 üzerinden 8 alabilir ama bu durum teknolojisinin geliştiği gerçeğini değiştirmez. 550D ile manuelde gerçekten çok iyi performanslar yakalayabilmek mümkün, ama gövde düğmelerinin karışıklığı ve yerlerindeki zorluğu da olumsuz bana göre. A6000'de de gövde düğmeleri sorunu var, ondan da mutlu olduğum söylenemez.
Gelelim asıl kıyaslamaya. Sony Alpha 7 mi A6000 mi?

Alpha 7'nin netlemesi yavaş. (Ama sanırım sonradan firmware'ler ile biraz toparlamış.) Ve internet üzerinde bütün forumlarda bu makinenin Shutter'ında bir sorun olduğu konuşuluyor. Üzerinde çok fazla oynamış olmama rağmen A7'de stabilizasyon sağlayamıyorum, her zaman aynı sonucu vermiyor. A7'nin renk derinliği A6000'e göre daha iyi ama bu aradaki o kadar fiyat farkını vermek için yeterli bir sebep mi bilmiyorum. İkisinin şarjı da kötü. Bildiğiniz kötü ama ciddi çekimlerde sizi yarı yolda bırakmayacağı bir gerçek. A6000'in kendisiyle beraber gelen kit lensi çok iyi bir lens değil, ben 50mm 1.8 sabit ile kullanıyorum daha çok. Ama A7 özellikle Carl Zeiss'in 35mm lensi ile efsane ötesi sonuçlar verebiliyor. A6000 daha küçük, elin içerisinde kayboluyor. Bu kimisine göre makinenin profesyonel görünüşünü engelliyor, kimi takıntılı olmayanlara göre ise sadece taşıma kolaylığı demek. A7'nin makine ergonomisi kesinlikle daha iyi, düğmelerin yeri de çok daha kolay ulaşılabilir. A6000'nin gövde küçüklüğü bu duruma biraz engel oluyor. A6000, maalesef şarj kitiyle gelmiyor. Makine direkt gövdeden şarj oluyor, ama isterseniz ayrıca batarya kitini alıp harici olarak şarj edebiliyorsunuz. Ki ciddi kullanıcılar için bu zorunlu olan bir şey, yoksa makine üzerinden yapılmak kaydıyla tam şarj tam 5,5 saatte oluyor. A7'nin video autofocusu daha iyi olmasına rağmen A6000 daha iyi bir video kaydedici. Yine A6000'in İSO aralığı kesinlikle çok daha iyi, hatta şu video güzel bir açıklama verir. Geri kalan farklılıklar çok daha minimal şeyler. Sony A6000'in A7'ye göre en büyük olumsuz taraflarından biri uyumlu lens sayısının daha az olması (91'e 62'ydi sanırım). Bu kişilerin lens tercihine göre değişir elbette. Ben iç mekân çektiğim için çok fazla eksikliğini hissetmiyorum sonuç olarak. Burada en ayırıcı özellik fiyat. Body değil, lens fiyatları çok farklı. A6000'den A7'ye geçince fiyat bakımından farklı bir kulvarda olduğunuz yüzünüze çarpıyor. Arada büyük bir fark var, bu farkı göze alabilir misiniz, sizin kararınız tamamen.

Bu arada sonuç...
Not: Bu gönderideki saat Cluse Watches'dan, bileklikler ise sırasıyla The Peach Box ve Ztyle.co.

FIRTINADAN BİRAZ ÖNCE

14:53

Bugünü hiçbir şekilde unutmamalıyız. Tarih: 21 Ağustos. Saat: Fırtınadan biraz önce.

Ama hikayenin başlangıcı daha öncesine gidiyor.

Uzun zamandır artık "eskilerden" sayabileceğim arkadaşım Derya ile fotoğraf çekmek istiyordum ama biliyorsunuz, hastaneydi stajdı derken bir şekilde bugün işi astım ve soluğu Next Level'da aldık. Gelmeden önce olabilecek bütün çılgınlıklarım hakkında kendisine bilgi vermiştim, yani bir kere hastane raporunu imzalayıvermişti, artık suç benden gitmişti...

(Şimdi fotoğraflara bakınca havanın ne kadar güneşli ve açık olduğuna inanamıyorum, nitekim akşam eve geldiğim zaman dizlerime kadar sırılsıklam olmuş bir haldeydim. Trabzon'da dereye düştüğüm gün (ki bu rezil hikayeyi de bir ara mutlaka anlatmalıyım) bir, bugün ikiydi.)
Bir yere bir şekilde fotoğraf çekmeye giderken çantam her zaman çok kalabalık ve ağır oluyor, hep de eksik bir şeyler getiriyor oluyorum. Bugün Zenit TTL'imi yanıma almamıştım mesela. A6000'e geçeli çok olmadı, çantası da onunla beraber alınmıştı. Gelin görün ki canım çanta 1 ay bile dayanamadan bütün dikişlerini atınca ona verdiğim saçma paraya acıdım resmen. Yeni bir kamera çantası arayışı içindeydim, Pompidoo, taa Letonya'lardan yardımıma koşuverdi.
İnternette bakarken çok daha küçük görünse de elime aldığım zaman inanamadım. Bildiğiniz küçük bir valiz tadında. İçerisine 14 inçlik bir laptop, 2 kamera ve 3 lens, defter/kitap/gazete, cüzdan, ve aklınıza gelebilecek her türlü ıvır zıvırı sığdırabilmeyi başardım, 1 litrelik su şişesi de dahil. Açıkçası o kadar sağlam bir görünüşü var ki günlük hayatta kullanmaktan ziyade kısa dönem yolculuklar için kullanmak daha mantıklı bile geldi.
Zaten fırtına koptuktan sonra su geçirmemesini görünce de ayrıca bir sevindim.

Gerçekten bir kadın olarak en büyük zaafım çantalar. Ve ayakkabılar. Ayakkabılar kesinlikle. Ceketler de. Her şey. Sanırım. Her. Şey.
Benim çantamın modeli Palermo ama ben en çok Amsterdam modeli ile arada kalmıştım. Bu da sanırım erkekler için ürettikleri tek model, şık durduğu kesin. Bu aralar çok fazla klasik renkler aldığım için daha renkli olanlarını tercih etsem daha iyi olacakmış, yine en fazla gri'ye kadar gidebildim.

Günün bitimine yaklaşırken en son sağanak yağmurun altında koşarak onların arabasına binmiştim; Yenimahalle'ye kadar gitmiştik, bu sırada yağmur doluya çevirmişti, en son tam olarak nerede olduğumu bilmezken meğer onların evinin oraya gelmiş olduğumuzu öğrenmiştim; sonra oradan bizim eve gelmek için minibüs, tanımadığım ama çok tatlı bir teyzenin elime zorla tutuşturduğu şemsiye derken... Gün de bitivermişti.
Fotoğrafları çekerken gösterdiği sonsuz sabır için Derya'ya ne kadar teşekkür etsem az. Her zaman söylüyorum ya, kimse inanmıyor. Çekilecek dert değilim aslında ama çekti gerçekten, hala hayret ediyorum, eheh.

Blur on Purpose #1

13:45

"Binalud Dağları eteklerinde oturdum kaldım bir zaman boyunca. Bekledim. Nişabur’u bekledim kendimce. Kim sarhoş olacak, Nişabur’umda kim söyleyecek rubaî?" 

CHAI TEA LATTE, 'TILL I DIE!

08:50

Charlotte Tilbury'nin meşhur sloganını bilirsiniz: Smokey Eye, 'Till I Die. Ölene kadar dumanlı gözler. Bir makyaj artisti için en güzel mottolardan biri. Ben bunu evirip çevirdim ve...

Kahve etiketi olsun bu dedim. Hadi başlayalım. 


1. Yaz kış demeden kupa kupa içebileceğim tek kahve Chai Tea Latte. 

2. Şimdiye kadar içtiğim en güzel Chai, Tunalı Starbucks'taydı (daha da rastlamadım, birazcık özel yapımdı), en kötüsü şerbetimsi tadıyla Cafe Stockholm'deydi. 

3. Bir kahvecinin güzel kahve yapıp yapmadığını anlamanın yolunun one shot Lattesini içmek olduğunu düşündüğüm garip bir teorim var. 

4. İlk gittiğim Starbucks, İstanbul Cevahir'dekiydi. (7 sene olmuş şaka maka.) En son gittiğim Starbucks da Beyza ile gittiğimdi. Fotoğrafları burada hatta.

5. En sevmediğim kahve Americano.

6. İçtiğim ve ismi en garip olan kahve Balrog adında bir Americano çeşidiydi, zehir gibiydi bitirememiştim. (Arwen ismindeki tavuklu yemekten sonra almıştık.) 

7. Şimdiye kadar denediğim en güzel french press kahvesi Kafes Fırın'ın Irish lattesi.

8. Ankara'da içtiğim en güzel Latte de Kafes'inki. 

9. Türk kahvesi denince aklıma direkt üniversiteye ilk geldiğimde yurtta kalırken 4. katın yangın merdivenlerinde gecenin 1'inde gizli gizli kahve içişimiz gelir.

10 ve son. Daha önce yazmıştım ama yazın galaksiler arası iced mocha içme yarışması olsa ödülleri süpürüp alırım.

GİTTİM VE GÖRDÜM: THE COFFEE HOME

09:18

Güzel kafeleri severim. Ama içdizaynı ayrı, çalışanları ayrı, kahvesi ayrı, bulunduğu yeri ayrı güzel kafeleri çok fazla severim. Geçtiğimiz haftalarda Samsun'daki Coffee Home'u tekrar ziyaret ettim, benim için oldukça heyecan vericiydi ve tabii ki, yine yüzlerce fotoğrafla geri döndüm. Hadi başlayalım.
Aslında buraya tam olarak 1 sene önce yine gelmiş, yine bir Gittim ve Gördüm yazısı yazmıştım. O zamanlar blog yeniydi ve böyle bir yere rastlamış olmak haliyle çok heyecan vericiydi. Linki burada.  Bu yazı benim için önemli, çünkü 1 senede fotoğraf çekme tekniğimin ne kadar değiştiğine de şahit olmuş oluyoruz bir bakımdan.
Önceki blog yazısında burayı anlattığım için yine her şeyi tek tek yazmayacağım ama Coffee Home, Samsun'da Atakum sahilinde bulunuyor. Önceki gidişimde fotoğraflarını akşamleyin çektiğim için görülemeyen bütün ayrıntıları tek tek inceleyebildim bu sefer. Ve çok sevdiğim bir arkadaşım da bana modellik yaptı, böylelikle birlikte her tarafını fazlasıyla karıştırdık (hatta çok fazlasıyla!).
İkinci fotoğrafta gördüğünüz kapı, mekanın Atatürk Bulvarı tarafında olan girişi. Öteki girişi ise sahil tarafından ve bahçe olarak düşünülmüş. Bu üstte gördüğünüz raf, kafenin hemen girişindeki büyük kitaplıktan ayrıntı. O kitaplıkta bir cevher olduğunun ise ilk kanıtlarından biri. Gelelim diğerlerine.
Sonsuza dek kitap fotoğrafı çekebilirmişim gibi geliyor ama şunu sormak istiyorum, kitapların büyük çoğunluğunun tıbbi içerikli olduğunu fark ettiniz mi? Hepsinin özel seçildiğine inanıyorum, bilinen evrenlerde bu kadar tesadüfün olması normal değil nitekim, hehe. Hadi devam biraz daha.
Burada bir saniye durup biraz etrafı gezelim çünkü çıkışta tekrar kitaplara uğrayacağız. Kitaplıktan tam karşıya baktığımız zaman gördüğümüz dolap şöyle:
Yakınlaaaaş.
Biraz daha ileriye gidelim. Merdivenleri çıkarken benim iki sene peşpeşe çektiğim halde hala çok sevdiğim masanın fotoğrafını zaten görmüştünüz yukarıda (bendeki blogger sabırsızlığı. Her şeyi hemen göstermek istiyorum). Şimdi üst kata doğru çıkalım.

Aa unutmadan! Bu dolabın önünde önce fotoğraf çekelim. Gülümseyin!
Şimdi üst kata çıkabiliriz artık. Ladies first!
Tam olarak neyin değiştiğini anlamadım ama burası geçen seneye göre değişmiş gibi geldi. Nasıl olduysa geçen sene aynı yerden bambaşka bir açı yakalamışım. Ben mi yanlış hatırlıyorum bilmiyorum ama bir gariplik olduğuna emin gibiyim, muhtemelen yeni eklenen bir dekorasyon değişimi var.
Yerdeki karolar #ihavethisthingwithfloors yapılacak cinsten. Biraz da üst katta takılalım o halde. Burada çok fazla oyalanmadan kitaplara geri dönmeliyiz.
Uzaklaaaaş.
Tamam işte. Sizi yine onlarca fotoğraf arasında soluksuz bıraktım, aşağıya inip en sevdiğimiz köşeye dönebilir miyiz? Önce oturalım.
Tamam, tamam! Ama biraz daha olabilir bence, insiyatif kullanmalıyım, evet kesinlikle. Hala tıbbi kitaplar...

Bu arada bu kitaplıkta antika teleskop bulduk desem??!
Son olarak antika radyolar, antika dürbün ve telefon da bulduk desem??
İşte bu kadardı, bitti. Burada fotoğraf çeker ve etrafı fazlasıyla dağıtırken bizlere her zaman güleryüzle yaklaşan çalışanlara çok çok teşekkürler. (Gerçi benim muhtemelen senede bir uğrayan ama tam uğrayan garip bir insan olduğumu düşünmelerine ramak kalmıştı. :() Onun dışında canım arkadaşım Burcu'ya da sonsuz teşekkürler, kendisi hiç üşenmeden bana o kadar yardım etti ki hakkını hiçbir şekilde ödeyemem.

Umarım ki seneye bir şekilde tekrar yolum düşer dediğim bir yer oldu, daha kahvelerine hiç gelemedik (2 saattir konuşuyoruz daha bir kere kahve demedik ehheha). Lütfen fotoğrafların değişimi (umuyorum ki gelişimi :) hakkında eleştiriler ve yorumlar bırakmayı unutmayın. Sonraki yazıda görüşmek dileğiyle,

Sevgiler!

BİR YAZ GÜNÜ, YİNE...

09:06

B. ile liseden mezun olduktan sonra ilk defa bu yaz görüşebildik, bu, kesinlikle üzerine yazmaya değer bir şey. Size biraz mazi yaptırmazsam olmaz zaten.

Tahmin edebileceğiniz gibi, B. ile tanışmamızdan itibaren "normal" diye tanımlanabilecek bir arkadaşlığımız olmamıştı. Garip değil. Bu yaz birbirimizi gördüğümüz gibi yine aynı şeyleri söyledik: Beraber meditasyon yaptığımız efsane gün. Akşamın bi vakti Loreena McKennitt açmıştık ve dalga sesi ve tütsüyle meditasyon yapmaya çalışmıştık ve şu an düşündükçe bile gülüyorum, açıkça rezillik ötesi bir şeydi.

Bir diğerinde gün, benim doğumgünüm. B.'lerin evi yine boş, ben ve E. oradayız, kahve içiyoruz. Takımın her zamanki tercihi "bol kremalı, şekersiz". O zamanlar french press'ler yok elbette, ama kahvenin adı hep aynı. O gün çok özel bir gün olduğu için, eh, Samsun'un yerel kanallarından birinde sürekli müzik dönüyor, kızlar da benim doğumgünümü kutladıkları bir SMS atıyorlar altyazıda çıkması için. Tam 3 saat bekliyoruz kanalda görelim diye. Kahve üstüne kahve içiyoruz. Ve çıkmıyor. Ama askerdeki nişanlılarına haber gönderen kızların mesajları çıkıyor. Dünyanın en tatlı doğumgünü bekleyişlerinden biri... O zamanın ağır Türk Pop'una maruz kalmak da bu bekleyişe dahil.

Hadi bu son. En güzelini sona sakladım.

Kısa ama net. Lisede bir gün okuldan çıktıktan sonra B. bizim eve geliyor, hazır kimse de yokken domatesli makarna yapalım diyoruz. İş bu ya, müzik de açalım derken işler çığrından çıkıyor ve Haggard'ın Eppur Si Muove şarkısı ile Kafkas dansı yaparken buluyoruz kendimizi. Sonrası sonsuz bir gülme krizi.

*

Her şeyin daha az yorucu olduğu zamanlarda yaşanan, neşeli seslerimizi hala duyabildiğim günlerden birkaçı böyle.

KIŞA HAZIRLIKLAR BAŞLASIN!

05:18


Sizleri bilmiyorum ama ben hep şu "mevsim-bekleyici", sezon sonu insanlarından oldum.

Artık aileden, daha doğrusu anneden gelen bir şey mi bilmiyorum, bu gerek mutfak anlamında gerek giyim kuşam anlamında her zaman hayatımı etkiliyor. Yaz ayında kış için reçel yapılır. Bahar gelmişken kışın çok pahalı olup indirime giren eşyalara yeniden bakılır, ihtiyaç duyulursa alınır. İşte bu da o gönderilerden biri, çünkü Ağustos'un gelmesiyle beraber yılın soğuk ve kasvetli dönemi için ayrı bir bütçe ayırmaya ve ihtiyaçlarımı yenilemeye de başladım.
Beni tanıyanlar bilir, giyim kuşam anlamında birkaç tane zaafım var ama en etkilisi çanta şüphesiz. Çanta deyince susuyorum ve "bırakın iç döşemesi konuşsun" tadında dolaşıyorum etrafta. Kötü de bir huy, çantaya verilen paraya acıyamamak sendromu bu. Öyle ki geçtiğimiz günlerde evde konuşuyoruz, bana mezuniyet elbisesi yerine sadece bir Celiné çanta alın dedim, herkes şöyle bir dondu kaldı, ben çoktan hayallere dalmışım. Komik ama gerçek de.

O yüzden burada gördüğünüz çantayı görmem ve gözlerimi dört açmam bir oldu. Markası Lo and Son's. Modeli de TT. Aslında bir laptop çantası. Tez yazarken sürekli laptop taşımak zorunda kalacağım için böyle rahat bir şeye ihtiyacım vardı. Dışarıdan bakınca 3 büyük gözü var. Hadi içlerini karıştıralım.
Bu en büyük gözü. İçerisinde 3 ayrı bölme, 1 fermuarlı göz ve 2 de cep var. Yukarıdaki en geniş bölme laptop için ayrılmış ve üstünde küçük bir kayış da var düşmesin diye. Ben 14 inçlik laptop kullanıyorum ve hem yatay, hem dikey şekilde rahat rahat giriyor içine. 15 inç de dikey olarak çok rahat sığabiliyor. Bölmelerin arası bilgisayar zarar görmesin diye süngerlerle kaplanmış.
Bu da ön gözü. Bu gözün içerisinde de ayrı olarak bir fermuarlı bölme, iki cep ve 2 de kalemlik cep bulunuyor. Yine bütün ceplerin içinde incecik süngerler var, ki daha önce bu kadar özenli bir şeyle hiç karşılaşmamıştım.
Çantanın en arka gözü ise yine ön gözüyle aynı boyutlarda ama hem alttan hem üstten fermuarlı. Valiz taşırken alt ve üstteki fermuarları açıp çantayı valizin koluna giydirebiliyorsunuz, böylelikle fazladan yorulmanıza gerek kalmıyor.
Bunlar ise o gün çekime giderken çantamın içerisinde olanlar. Anlık bir fikirle hepsini yere serip çekelim demiştik ve mekanın sahibinin yanımıza gelip ne yapıyorsunuz diye sormasına neden olmuştuk eheh. Ama çantamda her zaman olup burada olmayan şeyler var: El kremi mesela. El kremi çantamda her zaman bulunur ve bir kere çıkarttığım zaman bütün arkadaşlar arasında "döneriz". Dudak nemlendiricisi de aynı şekilde. Biri çıkarıp kendi rujunu sürmeye başladığı gibi bütün kızlar çıkarıp sürmeye başlar hehe.
Eve geldikten sonra çantayı kılıfına koyup kaldırdım, o da artık kışlıklar arasında... Pazartesi stajım başlıyor, bu sıcakta hastaneye gidip gelirken bu kocaman çantayı takmak isteyeceğimi hiç sanmıyorum.

Yine yüzlerce fotoğrafla süslediğim bir yazının daha sonunda geldik, ama blog tutmamın şu anki tek sebebi fotoğraf koymak galiba. Geniş geniş gözüksün istiyorum etrafta, hoşuma gidiyor. Siz ne düşünüyorsunuz, daha fazla fotoğraf mı, daha uzun yazılar mı?
Not: Bu fotoğraflarda bana modellik yapan koyusiyahli'ya çok teşekkürler.