YA DA SADECE "YENİDEN MERHABA" YAZISI

12:56

Garip ama bir şekilde hep önde oturmaya alışmışım gibi.

Arabayı sürenin yanında, uzun gece yolculuğunda uykusu gelmemesi için onu konuşturan kişi olmak ya da radyodan istasyon ya da hafıza kartından şarkı seçen kişi olmak, uzun yola çıkınca evde hazırlanan sandviçleri ikram eden kişi olmak, bazen torpidodan bir şey lazım olduğu zaman uzatan kişi olmak, eski manuel arabalarda sağ dikiz aynasını şoförün komutlarına göre ayarlayan olmak, arkadakilere termostan çay ya da kahve doldurup uzatan kişi olmak... Hayata geliş amacım bunlar olabilirmiş gibi ileride. O günleri bekliyorum da şahsen...

Ama diyorum, şimdilik arka koltukta oturup sadece manzaranın keyfini çıkarmak, tam da ihtiyacım olan şey. Şehre döndüğüm zaman akşamın bir vakti David Bowie'nin Heroes şarkısını son ses açıp serin altgeçitlerde rüzgar yüzümüze vuruyor halde geçiyorken bu sessiz zamanları ve güzel toprakları arama ihtimalim de var...

*

Nihayetinde birkaç uzun yol ve birkaç günlük de yorgunluktan sonra Ankara'ya geri döndüm. Büyük bir kaosun içerisine adım atmadan önceki son iki günüm elimdeki kitapları bitirmek, bilgisayar için envai çeşit yerlerden şarj kablosu bulup video editlemek, gezmek, biraz daha gezmek ve uyuklamakla geçti. Bence artık yeni dönem için hazırız. Yani. En azından hazır olmalıyız.

PÜRTELAŞ BİR GİDİYORUM YAZISI

04:38


Selam!

Bu yazıyı okuyorsanız muhtemelen günler ve belki de haftalar süren şehir dışına çıkıp çıkmama karmaşamız nihayet sonlanmış ve bayram için ailecek Karadeniz'e doğru yola çıkmışız demektir. Hatta çoktan arabayı uzun yolda kim sürecek kavgasını yapıp bitirmiş, süren hariç geri kalan adayların suratı asılmış, yolun geri kalanını abur cubur yiyerek geçirmek için alınan ilk cipsler şimdiden açılmıştır da. Muhtemelen beni yine araba tutmuştur ve bir köşeye sinmiş müzik dinleyerek uyukluyorumdur, bir yandan etrafta fotoğrafını çekecek manzara bulunca abime arabayı durdurmasını söylüyorumdur; babam abimi sürekli yavaş sürmesi için uyarıyordur ve annem de babamın bu müdahalesine kızıyordur; kardeşim de telefonuna gömülmüş Keyifli Adamlar videosu seyrediyordur ve bir yandan herkese sessiz olmasını ve anneme de ona su vermesini söylüyordur filan... İşte bildiğimiz ve tanıdığımız, gerçek bir Karzaoğlu ailesi.

Sonuç olarak kısacık bir süre buralarda yokum ve döndüğüm zaman size 3:2 formatında dev Bolu-Gerede manzarası fotoğrafları atmak hevesindeyim: Güç sizinle, kış ışığı benimle olsun.

Hoşçakalın!

*

Not: Bu fotoğrafın çekildiği günle alakalı daha fazla şey merak etmişseniz (ki neden edeceğiniz hakkında hiçbir fikrim yok :) buraya ışınlanabilirsiniz. 

KOLAJ #1: KARE KARE BİR AY

14:21


1. Uzun zaman sonra toparlanan grubumuzda G., bu anı ölümsüzleştirmek için ayaklarımızın fotoğrafını çekmiş. Aradan bir süre geçtikten sonra telefonda tesadüfen buluyorum.

2. Haftalarca süren mide ağrısından sonra doğru düzgün yiyebildiğim ilk şey Arabica'nın bu sandviçi. Daha sonra bu ağrı yavaş yavaş kendini önü alınamaz bir iştaha bıraktı, ki bırakmasa da olurmuş açıkçası.

3. Kızlarla Dünya Kahve Günü'nü kutlarken, ya da hazır bahanesini bulup yine gezmeye gitmişken. Coffee Lab'dayız. İçecek de Iced Mocha.

4. Bir başka Iced Mocha'nın sonu. Gezegendeki bütün insanların iced mocha'ları bir şekilde benim elimden geçsin istiyorum, nitekim kremaları da dahil olmak üzere hepsini bitirebileceğime inancım sonsuz. Zaten çevremdeki herkesin kahvelerine inatla göz koymam yüzünden Americano içmeye başlayanların sayısı git gide artıyor. Americano, beni başkalarının kahvelerini içmem konusunda engelleyebilecek tek güç, zehir...

COFFEE TALK #2: BİR AN'I KARŞIDAN SEYRETMEK

04:55

İbni Arabi'nin, varlığın harekette olduğunu, hatta varlığın bizzat hareket olduğunu söylediği ve benim çok hoşuma giden bir görüşü var. Evrenin, bütün var oluşla birlikte her an bir "yaratım"da olması, bir "sürekli yeniden oluşum", bir kesiksizlik. Bir içeriden dışarıya doğru eksponansiyel büyüme (ama kendini de dıştan içeriye doğru sıyırarak -ne ifade ama-) ve tüm bu büyüme sırasında zamansallığın hiçbir anlam ifade etmemesi. Çok yorucu bir giriş oldu ama geleceğim noktayla bir bağlantısı var. Biraz dinlenelim.

Bir süredir, neden olduğu konusunda hiçbir fikrim olmamakla beraber, kendi kendimi durum farkındalığımı ölçerken buluyorum. Herhangi bir an'ın bir noktasında: Öylece duruyorum, o an, bütün Milky Way gökadasının çubuklu sarmalı içerisinde duruyorum. Metroda giderken ve vagonlar hafif hafif sallanırken ve bir anda içeriye insanlar doluşurken; ya da mesela bir yere fotoğraf çekmeye gitmişim ve o sırada insanlara bir şeyi tarif etmeye çalışıyorum, elini şöyle tutmasını bileğini bükmemesini, kendisini de o kadar ileriye itmemesini söylüyorum: O an donuyor.

Büyülü bir his: Bir an için her şey yok olabilir, ama bir göz kırpması kadar vakitte var oluş sürekli yenileniyor, buna hayret ediyorum. Bazen fotoğraf çekerken bir noktada zamanın genleştiğini hissediyorum, "elini şöyle tutmaya devam et" derken o an'a ait zamanı uzatıyor ve geri kalan bütün hareketleri elin sahibiyle birlikte bastırıyoruz. Düşününce ne kadar etkileyici bir "birlik" şekli. Bazen kameranın arkasında o güneş ışığının tam olarak objektife doğru bakmasını beklemek, insanın istediği gibi eğirmesi, örmesi zamanı. An'a karşı bir gözlemci olmak, belki.

Aynı zamanda her şeyde şu hissi de bulabilmek: Onun o an orada olmasının bir amacı var. Ya da şu daha düzgün bir ifade olabilir belki: O oraya çeşitli yollardan geçerek gelmiş ve oradan çıktıktan sonra kendine has yoluna devam edecek, yine de bir süreliğine birlikteyiz. Orada olmasını gerektiren ve çeşitli nedenselliklerle birlikte o an için orada olmasını sağlayan garip bir şey var. Tam o noktada asılı kalıyoruz birlikte. Bir şey olsa hep beraber öleceğiz ve isimlerimiz yan yana sıralanacak, sanki bilinçli bir şekilde oradaymışız gibi ya da çoktan tanışmışız gibi. Bir an sonra birlikte yok olacağız belki de. Düşünsenize bilimkurgu dizilerindeki gibi bir anda ortadan tamamen kaybolabiliriz bile. Ama hep birlikte gizli bir anlaşma içerisindeymişiz gibi ortak bir sürekliliği devam ettiriyoruz. Bir akış sağlıyoruz birbirimizin hayatına. Birbirimize bildiğimiz, öğrendiğimiz anlamda bir yaşam sağlıyoruz farkında olmadan.

Yine bir Coffee Talk sonu... Yine bir sürü konuşup sonunda hiçbir şey dememiş olmak.

*

Buraya kadar okumuşsanız ve hala devam etmekte ısrarcıysanız size kamera arkasını da anlatayım: Yukarıdaki fotoğrafı evimizin mutfağında çektik. Masa, büyük pencerenin önünde duruyor, dışarıda çok fazla güneş var. Güneşliği diffuser olarak kullanalım diye boydan boya çektik, sonra beyaz bir çarşaf bulup onu da bu güneşliğin üzerine boydan boya gerip mandallarla tutturduk, böylelikle arkadan gelen güneşi (hard light) ters ışığa yumuşak bir şekilde dağıtmayı da başarabildik. Gerisini zaten biliyorsunuz, misafir gelen komşu el mankeni yapılır ve yeni demlenmiş kahveler içilmeden bir tane fotoğraf çekilir...

HIZLI POST: SON DURUMLAR

07:41

Bir süredir etrafta pek gözükmüyorum ama son zamanlarda her şey size de çok hızlı hareket ediyormuş gibi gelmiyor mu?

Okulların açılmasıyla birlikte koşuşturmaca var gücüyle başlamış oldu ve ben, aynı anda üç yerde birden bulunamıyor olmama yeniden hayıflanmaya başladım (kuantumculardan bu konuda destek bekliyorum mesela). İki hafta önce çektiğim fotoğraflar hala düzenlenmeyi bekleye dururken, ben bir de video çekme telaşesine düştüm geçenlerde: Tek amacım da arka fonda güzel bir Gregory Alan Isakov şarkısı olan basit bir yol videosu çekmekti. Ankara'nın garip yolları ve bu aralar korkunç bir hale gelen trafiğinde tabii ki bunu da yapamadım ve 3 denemede de başarısız olduktan sonra geceleyin yapılacak bir uzun yol yolculuğunu beklemeye karar verdim.

Bu aralar en çok Tandoğan'da vakit geçiriyorum sanırım: İlk başlarda ders kaydımdaki problemler için sürekli gidiyor olsam da bir noktadan sonra şehrin ortasında bulduğum bu yürüyüş parkurunu sevmeye başladım. Hazır öğrenciler her bir köşesinden çıkmıyorken önce içeride yeni açılan Ziraat Kafe'de çay içmek değişik bir zevk haline gelmeye başladı, ama her defasında geç gelen servisler yüzünden bir noktada bu da beni sinir etmeye başladı. Sonrasında ise Boromir'in üflediği Gondor'un savaş borusuna benzeyen askılı keçi boynuzu termosumu yeniden keşfetme ihtiyacı duydum: Gayet de işe yaradı.

Son haftalarda çektiğim mide ağrısına hala hiçbir çözüm getiremedim. İlk başlarda gizli stres yüzünden olduğunu düşündüğüm mideme yumruk atılıyormuş hissini yaşarken, son zamanlarda bu durum yediğim hiçbir şeyden zevk alamama gibi hayatım boyunca bana hiç uğramayan garip bir hisse dönüştü. Hazırlıkta birkaç hafta boyunca sadece yoğurtla beslendiğim karanlık dönemden sonra bu sefer yoğurt bile yiyemiyor olmak beni bile şaşkınlığa sürükledi. Yoğurt yani bu. Mis gibi ev yoğurdu. İnsan nasıl yiyemez?

Onun dışında günlük hayatta en çok değişen şey alışveriş listemin gün be gün daha da uzuyor olması oldu: Yeni bir harddisk, yeni bir kulaklık (Sudio kulaklığım hiçbir gözü olmayan ekstra minimalist Kafoury çantamın içerisinde bakır tellerine kadar sökülerek ayrıldı), Dune'un yeni basımı, yeni bir ceket (Stefanel'de beğendiğim ceket 590 lira çıkınca ağlayarak uzaklaştım mağazadan) derken olay iyice kontrolümden çıkmaya başladı. Bir öncelik sıralaması da söz konusu olamadığından yüzey gerilimi iyice artarak en üst noktalarda derin bir eylemsizlik oluşturdu benim için. Burada kalabiliriz.

Ankara'da son zamanlarda keşfettiğim en güzel şey, Eskişehir yolu üzerindeki Tepe Prime'ın arka tarafında kalan golden hour ışığı, bu şehirde kalan en son doğal güzelliklerden biri sanırım. En yakın zamanda kimi kandırabilirsem oraya götürmeyi düşünüyorum. Son zamanlarda keşfettiğim en güzel içecek, geçtiğimiz günlerde Arabica'da B.'nin aldığı ama sonrasında fotoğraf çekerken susayınca "bir yudum alayım" diye başlayıp hepsini içtiğim iced mocha. En güzel "an" ise telefonda konuşurken duyulan araba sinyali sesi.

Şimdilik benden bu kadar.

COFFEE TALK #1: BİR STAJIN ARDINDAN

02:03

Geçtiğimiz günlerde hastanedeki stajım bitti; bu, beni yakından tanıyanların direkt düşüneceği üzere, gayet sevindirici bir olay. İlk günlerimde devlet hastanesinin kasvetli ortamından kaçmaya çalışma çabalarım daha sonrasında bundan zevk almaya çalışmaya dönmüştü, ki bir noktadan sonra onu da bırakıp herhangi bir şey hissetmemeye çalışmıştım. Hasta olmayınca makale ya da kitap okuyor; koridordan geçen çeşitli hastalara Patoloji'nin dümdüz ileride, Ultrason'un ise dümdüz devam ederken ilk soldan dönünce yolun sonunda olduğunu söylemeye başlamıştım. Bu da o an için yeterli geliyordu.

Ama her yaşam olayı gibi, bunun da insanda bıraktığı etkiler oluyor. Hastaneye ilk gittiğim zaman, özellikle yine bambaşka bir idealist kafası yaşayarak klinik psikoloji istemediğimi söyleyip duruyordum kendi kendime. Hoş, vakit bunu geçirmiş de değil. Ama insan tanımak bambaşka bir şey, bunu da görmüş oldum her gün. Bir noktadan sonra kliniğe gelen insanları "potansiyel dert anlatıcı" gibi değil de, ayrı hikayelerin sahipleri olarak görmeye de başladım sanırım. Henüz geriye dönüp bakmak için çok erken ama, ben şimdiden bir şeyleri değiştirdiğini hissediyorum içimde. Aslında bu uzun girişin bütün amacı da tamamen buydu.

Hastanedeki ilk haftamda, hatta ilk günümde bile olabilir, çok tatlı bir erkek çocuğu gelmişti. 3 yaş 5 aylık. Kıvır kıvır saçları olan, dünyanın en güzel yüzlerinden biri, sadece gözlerine bakarak ihtiyaç duyduğu sevgiyi verebileceğinizi hissedebilirsiniz, bundan eminim. Gelin görün ki, şiddet mağduru. Babası annesini dövüyor, anne bu çocukla ikizini dövüyor, ardından devlet çocuğu alıyor ve yurda yerleştiriyor. Yurt annesi çocuğu getirdiği zaman sürekli arkadaşlarını dövdüğünü söylüyor bize, bütün gece kabus görüyor ve sürekli ağlıyormuş, günlük hayatta da sürekli ağlıyormuş ve hiçbir arkadaşı da yokmuş. Elinizi ona doğru uzattığınız zaman bile korkarak kendini korumaya çalışıyor. 3 yaşı yarılamış olmasına rağmen gelişim seviyesi 6 aylık bebek kadar, konuşamıyor da... Bu görüşme olurken bir noktada dayanamayıp ağlayacağımı sanıyorum, eve gelince de "o çocuğu almalıyız" diyorum anneme, aramızda bile büyür diyesim geliyor.

Staj ilerledikçe garip insanlara alışıyorum ama bu çocuğu tek bir gün bile unutamıyorum. 

Başka bir hafta, bütün hafta hastanenin acil servisine gelen intihar vakalarını tek tek aramakla geçiyor. Başka bir hafta, bütün hafta boyunca paranoid şizofrenin biriyle uğraşıyoruz: Herkesin kendisini öldürmeye çalıştığına inanıyor. Klasik. Adam bıçakladığı için hapse giriyor, hapiste herkesin onun hakkında dedikodu çıkardığı sanrısına kapılınca bir camı kırıp, cam parçalarından biriyle kendi karnını deşiyor ve bu şekilde çıkartılıyor. Sonrası karısının burnunu kırması, evine beslediği kuşları kafesleriyle birlikte bir dolaba kilitlemesi, 15 tane çingenenin onu gözetlediği ve öldürmeye çalıştığı sanrılarıyla devam ediyor.

Yaşlılık ne zor şey. 

Neil Gaiman, Amerikan Tanrıları'nın muhtemelen çok alakasız bir yerinde ölümün sokaklardan kalkıp sadece formaldehit kokan hastane koridorlarında kaldığını söylerken ne haklı... Babaannemi kaybedeli henüz 1.5 sene olmuşken ölümü yine nasıl unutabildim diyorum kendime sürekli. Ölümü nasıl-böylesine-derin-bir-şekilde unutabildik, şaşırıyorum. Ölüm yanı başımızda duruyor, nine ve dedelerin tekerlekli sandalyelerini tutup kliniğe ben getiriyorum, oysa ne kadar güçlülerdi benim yaşımda. 

En zor olanı şu, en zor olan kesinlikle şu: Bozulma. Bozulmayı görme. Bu bozulmada da bir güzellik bulmaya çalışma ama... Karşındaki insanın nerede olduğunu, kim olduğunu, kendi çocuklarını, hatta kendi varlığına dair hiçbir şeyi bilmediği o nokta. Anlatırken ne ilginç, ne meraklı dinliyor insan, yeni bir hikaye çıkacakmış gibi. Hiçbir şey çıkmıyor haftanın günlerini sayamayan teyzenin ağzından, bilmiyorum kızım diyor ağlıyor sadece. Adını hatırlayamıyor oğlunun bir tanesi, "dilinin ucunda", ama söyleyemiyor. 

Bazılarının dilinde sadece bilinmeyen bir geçmişten alışkanlık haline gelmiş bir dua kalıyor: Nazar duası okumadan çıkartamıyoruz odadan. 

Tüm bunlardan geriye bende ne kalıyor peki, tam olarak bilemiyorum. Ne kadar güçlüyüz: Bazen oturup ellerime bakıyorum uzun uzun. Kendi babaannemin elini komaya girmeden hemen önce tutmuş, korkma demiştim, korkma bak biz hepimiz buradayız, senin gitmene de izin vermeyeceğiz hiçbir şekilde. Benim ellerim onun elleri, kendimi de görüyorum orada, sadece ona değil kendi yaşlılığıma da gitmeyi yasaklamaya çalışıyorum. O yaşlılık izleri bir anda belirir mi ellerimde diye merak ediyorum, bir anda avuç içlerim kurur mu acaba.

Böyle böyle, kimi zaman zor kimi zaman neşeli geçen yaklaşık 2 aydan sonra, kendi eski, tanıdık rutinime geri dönüyorum: Evden okula, okuldan okula, okuldan kahveye, kahveden- bu arada kahve demişken... Coffee Talk, kahve içerken konuşabileceğimiz bazı düşünsel geçişlerden ve geçmişe dönüşlerden oluşuyor ve bu da, daha uzunca bir süre devam edeceğine inandığım serinin ilk yazısı oldu.


GERİYE DOĞRU EN AZ 10.000 ADIM

12:18


Uzunca bir süredir fotoğraf çekerken neyi kaçırdığım üzerine düşünüyorum: Gerçekten neyi kaçırıyor olabilirim ki, diğer herkes gibi ben de oradayım, tamamen aynı atmosferin içerisindeyim, aynı kahveyi içiyorum ve vücudum da en az onlar kadar bulunduğu ortamı algılıyor. Bazen nedense bir ortamda fotoğraf çekmenin bana özel değişik bir alan sağladığını bile düşünüyorum, daha doğrusu düşünüyordum. Kendi özel alanımda, kendi vizörümde o anı donduruyorum ve o tamamen bana ait oluyor, karmaşık topluluklar ve yorucu duygudurum ifadeleri içerisinde bana kazandırdığı kişisel bölge. An. An'lar dizini.

Ama başta da dediğim gibi bir şeyler kaçırıyor olma hissi bir süredir yakamı bırakmıyor; arkadaşlarım, özellikle fotoğraf çekerken onları "dinlemediğimi" düşünmeye başlıyor, farklı bir frekansta seyrediyorken, sadece orada olmuş olmak için oradaymışım gibi. Ya da gözlerim her an fotoğrafını çekecek bir şey arıyorken dikkatim karşımdakinin dudaklarından dökülenleri var gücüyle oradan alıp birleştirmeye çalışıyormuş gibi: En sonunda bir şekilde bölünüyorum. Bazen bir an için, gerçekten doğal bir an için bekliyormuşum gibi hissediyorum ama bu son derece vahim olduğu kadar komik de bir olay: Siz sadece doğal davranın derken bir çerçeve dışından kendi fenomonumu oluşturmaya çalışmam: Zavallıca? Belki. Hayır. Nihayetinde yoruluyorum biraz. Dürüst olmak gerekirse daha çok şaşırıyorum, çünkü kendi anılarımın kaynağına gidemez bir noktaya doğru gitmişim: Tam anlamıyla an'ın içini boşaltmışım.

Takdir edersiniz ki içinizde bir çirkinlik oluşturmuşken etrafınızda güzellik bulmak çok da matah bir şey değil.

Zaten ben de uzun süre ayak direttim.

Geçtiğimiz günlerde ilk defa evden "bugün fotoğraf çekmeyeyim" diyerek gezmeye çıktım: O gün yine uzun zamandır olduğu gibi içten içe dağılacakmışım gibi hissediyorum, anlamsız bir mide ağrısı ve her an patlayacakmışım ama kütleçekimi bütün parçalarımı toz olmaktan koruyor gibi; korkunç ve ürkütücü, ama kesinlikle şaşılacak bir şey değil. Aksine uzun zamandır ortalığa dökülmesinden korktuğum bir şey. Bir süre sürekli değişen kararsız hallerden sonra güzel bir teklif geliyor: Evet, kesinlikle ODTÜ'ye gidebiliriz. Gitmeyebiliriz de. Benim için gidip gitmemenin varlıksal değeri çok önemli değil, ben zaten uzun bir zamandır bulunduğum yerde değilim ki. Bir M1 üç boyutlu evreninin hayali koordinatları arasında dolaşıyorum sadece, sistematik bir gözle bu evrendeki her şeyi tarıyor ve önem sırasına göre kaydediyorum.

Evet kesinlikle ODTÜ'ye gidebiliriz. Gitmeyebiliriz de. Nitekim gidiyoruz.

Mimarlık Fakültesinin orayı çok seviyorum, her köşesinin fotoğrafı çekilebilir, her köşesi ayrı güzel. Bir an bir noktada gözümün ucuyla bir ters ışık yakalıyorum, aklımdan düşüncesi geçip gidiyor. Yeniden yürüyorum. Eleştirmeden hem de. Bakmadan, incelemeden. Hiçbir şey aramadan. Tuhaf, muğlak bir his. Kampüsün içerisinde öylece boş boş gezinmek. Çok ilginç, şu sıralar video çekmeye takmış olduğum halde kamera elimde bile değil. Bir ara bir kedi gelip kucağıma oturuyor, gerinip rahatlıyor orada, kendini sevdiriyor. Gün batımına yaklaştıkça Devrim'deki ışığın güzelliğini düşünmüyorum, aslında düşünüyorum ama kedinin kuyruğunu şöyle bir sallamasıyla beraber esip gidiyor kafamdan. Güzellik bu diyorum, mavi gömleğimin üzeri simsiyah kedi tüyleriyle kaplanıyor ama hayır, güzellik bu, bırakalım kalsın orada. Canlılık bu, mırıldanıyor ve pençelerini açarak geriniyor iyice.

Farkında olmadan içini boşalttığım her şey için kendime borcum on biner adım ve birer kedi okşayışı. 

Eve gelince kampüste eskiden çektiğim fotoğraflara bakıyorum, buradaki de onlardan biri. Uzun zaman geçtikten sonra o an'ın içerisini ancak şimdi gerçekten doldurabiliyorum: Saklanmış, ama ileride ortaya çıkacağı kesin. Sonradan dönüp bütün izleri tek tek arayacak ve yine tek tek soracak hepsinden hesabını...

GİTTİM VE GÖRDÜM: F451 BREW.

15:19

Hikayesi olan yerleri, anlatacak bir şeyleri olan insanları çok seviyorum. Bugünkü yerimizin adı F451 Brew. Tahmin edebileceğiniz gibi iyi bir hikayeyle geldim bu sefer. (Zaten bir insan evden çıktıktan sonra yeni bir hikayesi olmadan gelmemeli eve.)  

Ama her zaman olduğu gibi önce yol tarifi: F451, Kennedy Caddesinde tam olarak. Kızılay'dan da  Tunalı'dan olduğu kadar yakın neredeyse. Gittiğimiz zaman bir sürü fotoğraf çekmiştim ama blog için düzenlerken fark ettim, toplamda 3 fotoğrafta bütün mekanı gösterebiliyormuşum. Tam burada 16mm lense sevgilerimizi de göndermeliyiz, çünkü nihayet fark ettiğim üzere, rahatlık varmış! Çok uzun süre iç mekan fotoğrafı çektikten sonra taze bir nefes almış oldum sanırım. Bir gezisi yazısı da ancak bu kadar manipüle edilebilir, eheh. Her neyse.

F451, biz gittiğimiz zaman, yani pazar günü öğleden sonra, tamamen tesadüfen açıktı. Sahiplerinden biri bütünüyle bambaşka bir sebep yüzünden kafeyi açmış, birileri gelince de kalmış o şekilde. Sonra biz gelince hepten açık kalmış. Zaten kafe resmi olarak açılalı bir süre olsa da, yoğunlukları sebebiyle müsait oldukları zaman açıyorlarmış bir süredir. Yeni yeni düzene giriyormuş. 

İlk fotoğraf, kafenin dışarıdan görünüşü. Camdan yansımalı fotoğrafları sonsuza dek seveceğim sanırım. Alttaki fotoğraf da bar bölümü (bu bölümün dekorasyon dilinde ayrı bir adı olup olmadığını bile bilmiyorum bu arada hehe). Yeni açılmış olmasına rağmen, özellikle kahve demleme yöntemleri konusunda iddialı ve hazırlıklı olmalarına kimse benim kadar sevinemezdi sanırım. Adını bütünüyle unuttum (muhtemelen son derece İtalyanca bir kelimeydi) ama açılmadan önce espresso makinesini beklemişler uzun bir süre. Yapacaksak tam olsun demişler.
Gittiğim her yerde etrafı fazlaca kurcalıyor olduğum için şuradaki Chemex'i görmek birinci mutluluk sebebiydi. Zamanında Ankara'nın her yerinde Hario V60 aradığımız için (niye diye sormazsınız artık hehhe) Hario'ları görmek ikinci bir mutluluk sebebiydi (böyle bir blog tutma şekli olamaz ya!). Syphon da var. Filtreler zaten. Başka ne olsun. Espressolarını denedim ve genelde espresso sevmesem de buradaki gayet taze ve içilebilir geldi (sütlü kahve sevenlerdenim ben her zaman). Ardından iced mocha'larını içtim, epeyce gizli bir formülle (hemen söylüyorum formülü: Nane koyuyorlar içerisine. Daha doğrusu üzerine. Gibi. Nane kokusu kalıyor ağzınızda çok hafif. Ama hani dilin arka taraflarına doğru bir tat kalır ya, o şekilde. Bu anlatma biçimi gerçekten kötü bir noktaya gidiyor. Parantezi kapatmalıyım. :) yapıyorlar. 

Hadi bir nefeslenelim şurada. 

Burayla alakalı en sevdiğim şeylerden birincisi şu oldu: Bir gelişim gösteriyorlar size. Ve göstermeye devam edecekler. Öğreniyor ve uyguluyorlar, kendi aralarında deneyip beğenirlerse menüye koyuyorlar. Tamamen zevk için açıldığını gerçekten hissediyorsunuz, tiyatro mezunu, dalgıç eğitmenliği yapan baristası filan var. İkinci en sevdiğim de ışığı. Bana böyle ferah yerlerle gelin. Şöyle küçük ISO değerleriyle fotoğraf çekilebilecek yerler istiyorum etrafta. Sarılar, beyazlar, boydan boya camlar ve yüksek sandalyeler...

(Buradaki aynalarda çekilmiş selfie'miz bile var.)

Burada çekilmiş çok fazla fotoğraf vardı ama hepsini toplamda ikiye ayırdım. Öncelikle mekanı tanıtmak, ondan sonra benim bu mekanda nasıl fotoğraflar çektiğimi göstermek istedim size ayrı ayrı (birlikte çok çok uzun bir yazı oluyordu ikisi). Ardından mekan fotoğraflarının çok büyük olduğunu fark edince de bu kadar yeteceğini düşündüm ve sonuç olarak şu an bulunduğumuz noktadayız. Henüz size nasıl hiç tanımadığım bir kıza modellik teklifi yaptığımı, kendisinin tiyatro mezunu bir çizgi film (ya da animasyon?) yönetmeni çıktığını (Keloğlan hem de!) ve teklifimi seve seve kabul edip uzun uzun (ve büyük bir sabırla) bana modellik yaptığı kısmı göstermedim (ki kendisi şimdiye kadar hiçbir ajansın fotomodellik teklifini kabul etmemiş). Her şeyin amatörü güzel sanırım, ben de bu çömez halimden gayet memnunum. O yüzden şimdilik (büyük bir zorlukla) gönderiyi bitiriyorum ki, bir an önce öteki gelsin.


İşte bu kadardı. Eğer sizin de şuraya git, burayı gör dediğiniz yerler varsa mesaj kutum her zaman açık. Şimdilik sevgiyle kalın, görüşmek üzere!

F451 Brew 
Adres:
J.F. Kennedy Caddesi No: 31 Ankara
 İnternet siteleri için TIK.

İLKEL BİR İÇGÜDÜYÜ KOVALAMAK

13:07

Bir süredir, sanırım biraz da takıntılı bir şekilde, sürekli düşündüğüm bir şey var: Propriosineptif duyu. Ya da ne denir, kinestetik farkındalık, belki? Ama ben buna kendimce bir çeşit "denge" demeyi tercih edeceğim. Hem kısa, hem daha net.

Bu sene Trabzon'da bir gün yayladan dönerken, dedem şöyle bir şey söyledi: Yaklaşık 50 sene önce büyük bir taşı, yine büyükçe bir ağacın çatal gibi duran dallarının arasına koymuş ve taş o zamandan beri orada duruyormuş. Benim de fotoğraf makinem yanımda olduğu için, gel beraber gidip bakalım, sen de fotoğrafını çekersin dedi. Benim kabul etmemle beraber diğerleri de heves etti ve 6 kişi, bir taşı bulmak için yola çıktık.

Yayladan inerken araç yolundan saptık ve dimdik bir dağı yukarıdan aşağıya doğru yürüyerek inmeye başladık. Kimseyi ayrıntılara boğmak niyetinde değilim; taşı bulmak, rahatlıkla tahmin edebileceğiniz gibi uzunca bir yılan hikayesine döndü. En son 6 kişilik grup 3'e 3 olarak ayrılmıştık ve benim makinem abimde kalmıştı, abim de ilk gruptaydı. Bir ağacı işaretçi olarak belirlemiştik, plana göre ilk 3 kişi o ağaçtan yukarıya doğru taşa bakacaklar, bulamazlarsa en yukarıya arabaların durduğu yola çıkacaklardı. Benim de içinde bulunduğum diğer 3'lü de belirlenen ağaçtan aşağıya, dere kenarına kadar inecek, yukarıdan getirilen arabalara oradan binecektik.

Gelin görün ki, dedemin 10 dakikalık mesafe gibi anlattığı yol, 3 saatten fazla sürdü. Hikayenin bu kısmında ifteri dediğimiz otlarla kaplı sık ormanlık ve dikenliklerde defalarca kayıp düşmelerim ve hava iyice kararmadan yol yordam belli olmayan ormandan çıkmaya çalışmalarımız var. Tabii taştan eser yok. Saatlerce dimdik, yabani bir ormandan aşağıya iniyoruz, bütün olayımız bu. Ama gelin görün ki sürekli ve hızlı bir şekilde düzgün bir biçimi olmayan yokuş şeklindeki yolu inerken insanın bacaklarında oluşan ağrı, bana tuhaf bir dengeyi hissettirdi. O günden beri sık sık bunu düşünüyorum, öyle bir yolda vücudun düşmemek ya da kaymamak için bilinçsizce nasıl çaba sarf ettiği, ayaklarımın en ince kıvrımlı yollara nasıl bastığı, ısırgan gelmesin diye kollarımızı kaldırarak parmak ucunda yürümelerimiz... Tüm bunlara dikkat etmenin aslında muhteşem bir farkındalık olduğu... Vücudun şekilden şekle girmesi, bacakların gücünü nereye vereceğini mucizevi bir şekilde ayarlaması, ayakların iki adım önceden her şeye hazırlıklı olması...

Komik (hatta saçma belki) ama inerken şöyle düşünmüştüm: Benim yerimde Boston Dynamics'in o efsanevi insansı robotlarından biri olsa oradan inemez gibi gelmişti. O an bile bunu düşünüp eğleniyordum. Şimdi garip gelse de o an vücudumdaki bütün eklem pozisyonu hislerinin "farkında" gibiydim, bu propriosineptif duyuların kontrolünü bir an olsun bilinçli olarak yaşamak (en azından bilinçli olduğunu sanarak yaşamak), o günden beri bende "hareketi" arama hissi oluşturdu. Dengeyi ya da. Merdiven çıkarken bütün gücümü nasıl bir bacağımdan ötekine aktardığım. Veya nasıl dans edebildiğim. Kollarımı kaldırıp ısırganlardan kaçarken nasıl dengede durabildiğim...

Şimdi rüya gibi geliyor ama bazen bir an yakalıyorum gözümle, bir hareket fark ediyorum. Bir siluet gibi geçip gidiyor, oysa ne kadar alışmışız bir şey ararken kitap yapraklarını hızla çevirmeye. Dışarıdan bakınca, örneğin bir makinenin diyaframıyla oynayınca nasıl da "bir anlam ifade eder" hale geldiklerine hayret ediyorum. Chantal (Anderson) bir fotoğraf çekiyor mesela, kadının biri bir alışveriş arabasını sürüyor. Alışveriş arabasının gölgesi görünüyor, o hareket bir anda "durduğu" zaman bir şey oluyor, her şey dengede olarak asılı kalıyor ve o hissi tekrar yaşıyorum: Kadın gücünü tam öteki bacağına verecekken... Donuyor!

Ve işte, ilkel bir içgüdüyü yeterince kovaladıktan sonra insan neredeyse 23 senelik bedenini bile yeniden keşfedebiliyor.

Not: Yukarıda bahsettiğim taşı ve hikayenin devamını merak edenler için mutlu bir sonum var. Bizden ayrılıp yukarı doğru giden ilk grup ağacı ve taşı buluyor, makinem abimde olduğu için fotoğrafını da çekiyor hatta. Merak edenler için TIK ve taşın ağaçtaki yerini daha iyi belirtmek için modellik yapan dedemle birlikte TIK. Ağacın elli sene içerisinde taşı bu kadar sarması ayrı bir yazının konusu gibi, doğayı kendi haline bırakınca her bozukluğu güzellikle örtüp, uykuya yatırıyor.