BİR MUTFAK HİKÂYESİ: "PEKİ BEN NASIL BİRİYİM?"

13:22


Yazının başlığı çok dramatik oldu ama uzun zamandır üzerine düşündüğüm, ardından biraz daha-biraz daha düşündüğüm ve sonunda, bir blog yazısı sayfası açıp yazmaya başlamadan sonunu da getiremeyeceğimi fark ettiğim bir soru bu. Ben nasıl biriyim ya da kendimi nasıl tanımlarım; başkaları beni nasıl tanımlar ve kendiliğe ait pek çok soru da beraber...

Ama benim bu blog yazısını yazmaya karar vermem, benim elimde olan bir şey değildi ilk başta. Psikodrama işlediğimiz bir dersteydik ve bir anda bir oyun oynamaya karar vermiştik: İsteyenler adını bir kağıda yazıp masaya koyuyor ve hoca içlerinden bir tanesini kura ile çekiyor. Çekilen kağıttaki isim bütün sınıfa arkasını dönüyor ve ardından bütün sınıf o kişi hakkında iyi/kötü, olumlu/olumsuz akıllarına ne gelirse, söylüyor.

İşte 5 yıllık lisans hayatımın son dersinde, hocanın çektiği kağıttan evrenin tatlı bir göz kırpması olarak benim ismim çıktı ve yaklaşık 2 hafta sonra tamamı "psikolog" olacak yaklaşık 40-50 kişiye sırtımı verip dinlemeye ve hakkımda söylediklerini yazmaya başladım. Unutmadan, son derece yağmurlu bir gündü (ve bu küçük ayrıntıyı eklememi de bizzat Şennur hoca istemişti).


İşte bu Psikodramanın ses kaydı burada, dinlemek ister misiniz bilmem ama ben arada dönüp bakmak isterim (ve bu blog da benim kötücül amaçlarıma hizmet ediyor neticede). (Dinlemek isteyenler için gökgürültülü olması ve soğuk algınlığı olmuş tiz sesimle rahatsızlık verici olabileceği konusunda da uyarmak isterim.)

Bu kadar zamandır beni tanıyanlar benim için genelde ne demiş: Her zaman enerjikmişim ve beni hiç mutsuz görmemişler, benimle girilen tartışma kazanılamazmış ve bazen çok savunucu olabiliyormuşum, adımı bilmiyorken bana Harry Potter deniliyormuş, biraz mesafeliymişim de ama biraz konuştuktan sonra hemen samimi olurmuşum. Soğuk birisi değilmişim ama "hepinizle beraberim" hissi de vermiyormuşum. Ve böyle uzun uzun gidiyor.


Burada bir mola.

Tezim için insanlara yaptığım testin en sonunda, herkesten kendisini 15 cümle ile başkasına anlatırmış gibi yazmalarını istiyorum. Buna psikolojide "I am Statement Task" deniyor. Ben şöyle birisiyim görevi, gibi. Ben kendi testimi kendi blogumda yapmak istemiştim ve işte, olabildiğince dürüst olmaya çalışacağım kendime karşı. Bir yerlerden başlıyorum:

1. Ben kaygıları olan biriyim. En büyük kaygılarımdan biri yaşlandığım zaman dünyaya bakıp "Ben de buradaydım, ben de buradan geçtim" diyemeyecek olmak. Nasıl desem, bir ses bırakamamış olmak, yaşadığımın başkaları tarafından fark edilmemiş olması. Ortaya "güzel" denilebilecek şeyler çıkartmış olarak yaşlanmak istiyorum ve işte, 23 yaşımda kendimi, aynı anda pek çok şeyi yapmak ister halde şaşkın şaşkın etrafta gezinirken buluyorum. Üretmek, durmamak istiyorum. Yİne de geleceğimi tasarlayamıyor, sadece o an yapabileceğim şeyleri en iyi şekilde yapayım, sonrası zaten gelir diye düşünüyorum.

Saçma ve komik ama, bazen kendimi bilinçli şekilde değiştirmem gereken bir pasta hamuru olarak görüyorum. O yüzden bu yazı bir mutfak hikayesi ve ben de deneysel psikolojide tez yazmaya çalışan son derece deneysel bir pastayım. Sanki attığım her adımda pastaya faydalı ve onu güzelleştirecek bir şeyler eklemeliymişim gibi. Hani çocuğunun hayatlarını tasarlayan anne babalar olur ya, aynı öyle. Sanki her şey her zaman zaten istediğim gibi gidecekmiş gibi.

İşte şimdi şu kitapları okuyarak kendime bir tutam bilgi serpiyormuşum gibi.

2. Ben korkuları olan biriyim aynı zamanda. Evet bu aralar en çok korkuları olan biriyim. Büyük, anlamsız korkular. Otobüste giderken her an karşı yönden gelen bir aracın otobüsüme çarpacağı. Ya da yolda yürürken bir arabanın yoldan çıkıp üzerime uçacağı. Üst geçitten geçen metronun devrilip içinde bulunduğum arabaya çarpacağı. Korkular, sürekli, güçlü irkilmeler. Bir bıçak görünce kaçınmalar. İnsanlardan irkilmeler...


3. Bu, sevdiğim bir madde. Ben çoğu zaman mutlu biriyim aynı zamanda. Mutlu ama epey mutlu. Bir zamanlar A. şöyle bir şey demişti: "Normal insanların duygudurumu 20 üzerinden 10 olsun, ben her zaman 2-3'ken sen her zaman 15-16'sın." Rakamlardan tam olarak emin değilim ama kabaca böyle bir şeydi (ve açıkçası o zamandan beri A.'yı 3'ün yukarısında görmek maalesef bana pek nasip olmadı). Mutlu olmak bana "bir şeymiş" gibi gelmiyor, genelde yaptığım çoğu şeyden mutlu olabiliyorum. Bu günün her saati "Sugar"ı söyleyebilmek ve her akşam eve geldiğim zaman yemek yerken Casey Neistat videosu seyretmek gibi basit bir şey. Yeni konuşmaya başlayan Francine'in babasına "da-daaaay" demesi beni mutlu edebiliyor, babasını takip etmeye başladığım zaman küçük zilli daha yeni doğmuştu çünkü.

4. İnsanın kendisi hakkında "ben şöyle biriyim" demesinin zor olmasından şikayet eden deneklerimi bu maddede anladım ve ilerleyebilir miyim bilmiyorum ama deneyeceğim biraz daha.

Ben pek sinirli biri değilim. Çok komik oldu böyle pat diye söylemek ama cidden, sinirlenince hızlı hızlı konuşan gıcık tiplerden biri olduğum için herhalde, sinirlenmekten ziyade kırıklık hissediyorum daha çok. Kırgınlık ya da. Kalp kırıklığı filan değil, bir yorgunluk, bir bitkinlik, bir "rahat bırakın beni, bütün dünyanın ağırlığı zaten üzerimde" hisleri. "Zaten dertler derya olmuş..."


5. Beşinci madde sonunda ve ben, insanları tanımayı da çok seven biriyim. Bu konuda biraz mesleki hastalık etkisi yaşıyor bile olabilirim. İnsan davranışlarını izlemek ve hakkında konuşmaktan zevk alıyorum ve bunlar üzerine uzun uzun düşünüyorum da. Kendi davranışlarım hakkında düşünmek de dahil buna, kendimi tanımaya çalışmak da. Durun, bir sonraki maddeye yazabileceğim ilginç bir şey buldum:

6. Sık sık, şimdiki beni geçmişteki benle tanıştıran biriyim.

"İşte bu senin X yıl sonraki halin, nasıl, mutlu musun?" Hahaha, yazınca cidden kötü duruyormuş.

Garip ama, nedensizce bir geçmişteki ben'e saygı duyma durumu yaşıyorum. Sanki büyük zorluklara göğüs geren o ben başka bir ben'miş ve onu getirdiğim noktadan mutlu olmasını istiyormuşum gibi. Çabalarını boşa çıkarmamışım gibi? Hoş, örneğin bir 10 sene önceki ben şu halimi görse önce gözlerine inanamaz, sonra büyük bir merakla başımdan geçenleri dinlemek isterdi (sonuçta ben hep benim) ama o konuyu hiç açmasak daha iyi. Yine de, 10 sene önceki beni mutlu edecek birkaç şey yapmış olduğum söylenebilir, zaman eğilip bükülse de o zamanki arkadaşlarına anlatabilse...


7. Bazen nereden olduğunu anlamadığım bir şekilde ortaya çıkan önyargılarım olsa da yeni şeyler öğrenmeye de meraklı biriyim. Bu merakım bu sene araba markalarına, premium model arabalarda konsolda değişen şeylerin neler olduğuna, ya daaaa, işte makyajlı arabanın ne demek olduğuna, araba perdesinin aslında kornişli bir şey olmamasına, BİM'den 5 liralık araba camı sileceği almanın kısa vadede kurtarıcı ama uzun vadede iyi bir yatırım olmayacağına kaymış olsa da yeni bilgi, yeni bilgidir diyor ve severek kabul ediyorum hepsini.

8. Sekizinci madde, yaşım ilerledikçe kendisini şekillendirilmesi gereken pasta olarak görmeye başlayan kendimi sinirlendirecek bir şey: Bazen çok savunucu biriyim. Hem de neden, ne için yaptığımı anlayamayacağım kadar. Kendime uzaktan baktığım zaman hemen azaltılması gereken bir şey olarak gördüğüm, bu giderse daha da rahat bir insan olacağımı bildiğim bir şey. Bu maddeyi çabuk geçebilir miyiz, çabuk çabuk...

9. Sanırım 10 maddede bırakacağım bu olayı ve ceketimi alıp çıkacağım bu blogdan. Zaman ilerledikçe bütün yazdıklarımı sorgulamaya başlama ve büyük bir silme dürtüsü oluştuğu için, şöyle demek istiyorum: Kendimi iyi tanıyorsam, bir şeyleri pek çok şekilde yapmaya devam edecek olan biriyim. Bir insan ne yaparsa yapsın, ne kadar kötü durumda olursa olsun, yapmaya devam ettikçe o konuda iyileşeceğine ve başarılı olacağına inanan biriyim.

Ve bir mola...


Bu devasa yazının sonuna gelmenin gerektiğini fark ettim ve işte, onuncu ve sonuncu maddem,

10. Ben kendisiyle barışık biriyim. Bazen içimden kendimi yerden yere vurarak eleştirsem de, asansörde yalnız kaldığı zaman aynada kendisine göz kırpıp bununla epeyce eğlenen biriyim sonuçta.

Eh, en sonunda yine kendisiyle kalıverir insan.

*

En başa dönecek olursam, lisans hayatımın artık sonuna gelmiş ve pek çok gitgeller içerisindeyken kendim hakkında düşünmenin iyi olabileceğini hissetmiştim bir süre önce. Nasıl bir insan olduğunu unutur bazen insan; nelerden hoşlandığını, zaaflarını, güçlü yönlerini, sinirliliklerini, huysuzluklarını, zevklerini, başarılarını hatırlaması gerekir yeni bir şeylere başlarken. Kendisinin farkında olup öyle koşması gerekir istediklerinin peşinden.

İşte bu yazı, benim kendime kim olduğumu düşündüğüme dair yazımdı.

Umarım yaşlandığım zaman tüm bu aşamalardan geçtikten sonra oluşan ben, gerçekten tam anlamıyla tamamlanmış ve güzel olur...


Küçük bir dipnot. Bu yazıdaki fotoğraflar Minon Cakes'te bir süre önce Sony A7 ve Zeiss/55mm lens kullanılarak çekildi. Zeynep'e ve Minon Cakes'e sonsuz teşekkürler.

GİTTİM VE GÖRDÜM: SIMPLE NO: 12

11:17


Ankara'da üçüncü dalga kahvecilerin yavaş yavaş şehrin bütün çehresine yayılmasından hiç şikayetçi değilim. Şehir içi gidilecek yerler listemin kabarık olması kadar beni mutlu eden bir şey de yok. Bu hafta da, bir süredir listenin en tepesinde duran ve sınavlardan başımızı kaldırıp ancak gidebildiğimiz bir yer var: Simple No: 12. 

Yerimiz Tunalı'da, son zamanlarda kahvecileriyle iyice kalabalıklaşan Bülten Sokak'ta.


Bu yazıda direkt mekanı göstermekten ziyade fotoğrafları daha çok size eşlik etmesi için koyuyorum, daha çok sohbet etmek niyetindeyim çünkü. Ben bu blogu tutmaya henüz başlamışken, aslında o zamanlar Tumblr'daydık, Ankara'da kahve kültürünün eksikliğini derinden hissediyordum. Çok değil, iki sene öncesine kadar bile o kadar çok yeni yer açıldı ki eskiden bir haftada gezip bitirdiğimiz şehirde şimdi çoğu yere uğrayamaz hale geldik. Kendi adıma, eskiden gidip artık üstünü çizdiğim de çok fazla yer oldu. Alışkanlıklar değişti, mekanlar değişti, şehir hayatı da çok değişti. En azından benim için. 


Bu konuyla alakalı bazen bazı şeylerin değişim hızına hayret ediyorum: 1.5 sene kadar önce Ankara'da Chemex bulamıyorduk. Hatta Zeynep ile beraber fotoğrafını çekmeyi en çok sevdiğimiz şeylerden biriydi ve ilk kez Grano'da görmüş ve çok sevinmiştik. Ardından Arabica Hario demliklerini getirmişti, o zaman için bu da çok büyük bir olaydı hatta. Bu hafta ise Simple'a girdiğim zaman, sanırım sonsuza dek fotoğraflarını çekmeyi seveceğim bir sürü kahve demleme gerecini bir arada görünce değişimi görüp tekrar hayret ettim. Kahvecilerde değişik demleme yöntemlerinin çok fazla tercih edilmediğini biliyorum, hatta çoğu gereç öylece alınıyor ve duruyormuş bazı mekan sahiplerine göre, ama bunları görmek beni yine de mutlu ediyor.


Ama itiraf etmeliyim, ki bu blogun okuyucusu tarafından hayli garipsenebilir bir durum bu, kafelere gitmeyi ortada bir fotoğraf çekme amacı yoksa hiç sevmiyorum ve yeni kahveleri denemek konusunda da çok iyi değilim; bu konuda bir babaanne sıkıcılığında da olabilirim hatta: Bütün kış chai tea latte, havalar biraz düzeldikten sonra da düz, dümdüz, hatta çok düz bir latte içme sevdası alıp götürür beni. Eskiden beri söylediğim, bir mekanın iyi kahve yapıp yapmadığını latte'sinden anlama teorisi de bu yüzden benim için geçerliliğini her zaman koruyor.


Karmakarışık gidiyorum ama (blog yazısı yazmayı epey özlemişim, her şeyi anlatmak istiyorum galiba :), bu kadar uzun zaman iç mekan fotoğrafı çektikten sonra üçüncü dalga kahvecilere analog renklerin her zaman daha çok yakıştığını düşünüyorum. Sanırım biraz o salaş havayı hissettirdiği için. Örneğin burada hem Sony ile hem de Fujifilm ile fotoğraf çekmiştim. Giderken de Sony'nin bütün ayarlarını değiştirmiş, en analog renkleri sağlaması için kontrastından beyaz dengesine kadar her şeyiyle oynamıştım ama yine, bu gönderide -tabii ki- tek bir Sony fotoğrafı bile yok! Olmayınca olmuyor galiba, Sony ile tertemiz netlikte fotoğraflar çekerken kahvecilerin şu hafif sarımsı, olabildiğince sıcak havasını verebilmek mümkün değil. En azından ben yapamıyorum sanırım, tam da bu yüzden ileride Fujifilm makinenizi satacak olursanız bana satmalısınız. Evet evet, kesinlikle bana.


İşte böyle, bir oradan bir buradan blog yazısının daha sonuna geldik, gelmeye çalıştık. Hızımı alamayıp bir on tane daha yazacak gibiyim, gevezeliğim çok olmadık bir anda yakaladı beni ama sizleri daha fazla sıkmadan son bir ayrıntının ayrıntısı fotoğrafı daha koyup gideceğim bu diyarlardan. Simple'daki masaların ve sandalyelerin açık ahşap rengini çok sevdim, içerisi o kadar güzel bir günışığı alıyordu ki resmen hiç gölge yoktu, yağmur yağmasına rağmen aşırı ferahtı içerisi ve bu durumu çok sevdim. Biraz daha geniş olsa ders çalışılabilir bir ortam bile sayılabilirdi benim için. Burası ile alakalı en sevmediğim şey ise kesinlikle içerideki müziğin ses düzeyinin çok yüksek olması oldu. Bu açıdan hızlı bir kahve içme yeri olabilir, içip hemen çıkmak şeklinde. 


Bir sonraki yazıda görüşmek üzere, hoşçakalın!

Adres:

Remzi Oğuz Arık Mahallesi, Bülten Sokak, No: 12
Tunalı
İnternet sitesi için TIK.