B&W/ EYMİR GÖLÜ: MARE HİEMİS

07:43


Eymir. Mare Hiemis. Kış Denizi.

Kışın ortasında bir yerlerde... 

Başlangıçlar üzerine biraz konuşmalıyız diye düşündüm.


Bütün bir sene boyunca düzgün açı, güzel ışık, doygun renkler, uyumlu kontrast, ideal alan derinliği peşinde koştuktan sonra işte şimdi, renksizlikten korkmadan bembeyaz, keskin bir 3:4'lüğe kendini yavaşça bırakabilmek... 

Attığım her adımda, bütün izlerini olduğu gibi bırakan kendimi görüyorum: Ama bu sefer yere sağlam basmış, kayıp düşmemek için doğru insanlara doğru şekilde tutunmuş ve keskin bir fırtınaya karşı uyumlu bir sıcaklığa yönelmiş; aynı anda dallarıyla çevresini sararak sessizce kışın geçmesini bekleyen...

Eymir'e bakıyor ve eskiden tanımış olduğum gölden çok daha büyük bir şey görüyorum. Bu kış denizi içerisinde çekemediğim fotoğraflar için de üzülmüyorum bu sefer, "bu güzellik, sadece onu gören gözlerim için" demeyi biliyorum hayatımda ilk defa.  Zarif bir kanat darbesi ile beklenmedik bir anda evimden çok uzağa gitmiş ve tekrar yerimi bulmuş gibiyim şimdi.


Bu defa, Eymir tüm ciddiyetiyle bazen kaçmak gerektiğini öğretiyor bana, öylece dururken... 

Bazen sadece "başlamanın" ne kadar zor olabileceğini, ardından da yürümeye devam etmenin ne kadar yorucu olabileceğini öğretiyor. 

Başlangıç noktamı çoktan gözden kaybetmişsem artık hiçbir şekilde durmamam gerektiğini öğretiyor mesela. Uzaktayken kayıp düşmekten korktuğum yolların açık olduğunu sadece yaklaşarak görebileceğimi...


Bu kış denizi bana büyüklük ve küçüklüğün, canlılık ve donukluğun, sessizlik ve dinginliğin birbirine karıştığı tek bir an'ı bulmayı öğretiyor. Hemen ardından karla kaplı dağlara bakıp duruşumu düzeltiyorum.  

Gökyüzünün başlangıcını göremeyince ürkmemeyi ve heyecanla oradan oraya koştururken içimdeki korkuları gölün derinliklerine doğru bırakıvermeyi öğreniyorum. Bata çıka öğreniyorum bunu ama, hiç kolay olmuyor. Küçük adımlarla gidiyorum hep.


Etrafımın çevrili olduğunu sanıp bunalırken aslında o tel örgülerin beni dışarıdan koruyabileceğini de öğretiyor en çok. 

Şehre geri dönerken tekrar içindeyim zamanın ve tekrar varlığın sonluluğuna geliyorum.

GİTTİM VE GÖRDÜM: SOKAK EV YEMEKLERİ

12:02


Uzunca bir zamandır yeni bir "Gittim ve Gördüm" yazamıyorum ama dönüşüm harika olacak demiştim (en azından bir yerlerde demiş olmayı umuyorum, eheh). Okullardaki yoğunluğun ve onca koşuşturmanın içinde, Aralık ayında gittiğim bu yerin yazısını yeni yazabiliyor olmak da biraz üzücü ama geç olsun, güç olmasın diyor ve başlıyorum:

Bugünkü yerimizin adı: Sokak Ev Yemekleri. 

Gitmesi biraz çetrefilli, yol tarifi yapmaya çalışsam bir türlü beceremeyeceğimden sadece kabaca Bilkent'in içerisinde olduğunu söyleyip, yazının sonunda adresin tamamını vermekle yetineceğim bu seferlik. (Küçük bir not: Bu yazıyı yazarken tam bu cümlenin sonunda Ankara'da deprem oldu. İyiyiz, değil mi?)

Haydi içeriye biraz göz atalım.


Buraya gittiğimizde Ankara'da korkunç bir soğuk olmasına rağmen tatlı bir kış güneşi vardı ama kış güneşinin soğukluğu fotoğrafların her pikseline kadar yansımış. Bu durum nedense hoşuma gitti ve üzerinde hiç oynamak istemedim. Olduğu gibi kalsın ve dışarıdaki soğuğa rağmen camlardaki buğudan içerinin tatlı ev sıcaklığını her bakışta hissedebileyim.

Kapıdan içeri girdiğimiz gibi gülümseyen bir çift göz karşıladı bizi, bunca zamandır Ankara'da oradan oraya gezmiş insanlar olarak ilk defa bir "workshop"a denk geldik biz de. ODTÜ Gastronomi öğrencileri birkaç pazar gününden beri burada bir yiyeceğin workshop'ını yapıyorlarmış, bizim gittiğimiz hafta da tema, "kuru fasulye"ydi (önceki hafta da nohut'muş hatta). Biz orada kendi kendimize çorba içerken workshop katılımcıları kuru fasulyenin keşfinden bahsetmeye başlamışlardı bile: Ardından tarihi, onun ardından kısa bir tadımlık, biz çıkarken de kuru fasulyenin bir şey bir şeyinden (olaya yabancılık seviyem bu noktada epey artıyor) pizza yapmaktaydılar (hem de Pizza İl Forno'nun ustası Utku Özer ile).


Ön kapıdan girip ilk olarak bu beyaz dolapları görünce hemen her tarafın fotoğrafını çekmem gerek diye düşünmüştüm (blogger içgüdüsü mü desem ne desem?). Etraf kalabalıklaşmadan çektiğim fotoğraflar genel olarak pek tatmin etmese de yine de insanlara burayı anlatma hevesi ağır bastı ve bir daha gitmeyi bekleyemedim.

Buranın sahibi Ayşe hanım, Hacettepe-Sosyoloji mezunu ve yemek sevgisinin peşinde bunun için eğitimler almış, yurtdışında yemeğin sosyolojisi üzerine çalışmış. Ardından Ankara'ya geri dönmüş ve bu küçük, butik işletmeyi açmış. "Slow food" üzerine güzel bir butik işletme olmuş, sadece ev yemekleri yapıyorlar ve lezzetleri inanılmaz. 


Biz açılışı Günün Çorbası ile yaptık ve şimdiye kadar dışarıda içmiş olduğum en güzel çorbayı içtim (silip süpürmek şeklinde ama). O sırada workshop için yapılan kuru fasulye ezmesi gibi, değişik bir tat da denemiş olduk (anlayacağınız üzere workshop'a denk gelme olayını o an çok sevdim) ve çok sevdik. Tam anlamıyla bir "ekmeğe sür sür, ye" lezzeti olmuş, keşke tarifini alabilecek kadar durabilseydik de.


Sokak'ın yemek kitapları kütüphanesini ve bembeyaz masalarını görünce tahmin edebileceğiniz gibi sonsuz tane still life fotoğrafı çektim, bir ara şu yukarıda gördüğünüz kitabın her sayfasının fotoğrafını çekmeye bile adamıştım kendimi (sonra vazgeçip videoya almaya karar vermiştim hatta). 

Ancak gelin görün ki Lazanya'ların gelmesiyle beraber her şey değişti. İşte size güzel bir itiraf: En son yediğim (aynı zamanda ilk defa yediğim) lazanya bizzat bir İtalyan restoranındaydı ancak o kadar yoğun bir peynir tadı vardı ki içerisinde, arkadaşlarımla bir olup bir porsiyon lazanyanın yarısına kadar zorla yiyebilmiştik. Fotoğraf çekmek için gittiğimiz için o restoranın sahibinin de dikkatini çekmişti bu durum ve neden yemediğimizi sormuştu: O kadar yoğun bir mozzarella tadından sonra bunun son lazanyam olacağından fazlasıyla emindim, içten içe Garfield'a alınmaya bile başlamıştım.

Uzun uzun anlattım ama değer: Sokak'ın lazanyası diyorum ve nihayet susuyorum.


İlk defa bir "Gittim ve Gördüm"de dekorasyonu bırakıp yemek lezzetlerinden bu kadar bahsettim ama sizinle artık gelenekselleşmiş olan küçük bir "ayrıntının ayrıntısı" fotoğrafı da yapmalıyız diye düşünüyorum hemen: 


Buraya 16-50mm lensle gitmenin kötü tarafı 3.5 diyaframda alan derinlikli fotoğraf çekememiş olmak oldu. İyi tarafı da, "madem istediğim gibi fotoğraf çekemedim, bari videoya alayım" düşüncesiyle Aralık ayı vlogunu başlatacak birkaç saniyeyi yakalayabilmek oldu.

Videoyu da ekleyip sona gelmeden önce, o kadar yoğunluğun ve aksiliğin içerisinde bizi son derece nazik bir şekilde ağırlayan Ayşe hanıma teşekkür etmek istiyorum. Umarım en yakın zamanda tekrar gidip, kendisinin balkabaklı çorbasından koccaman birer kase içebiliriz.


Adres:

Üniversiteler, Bilkent Park Sitesi, 06800, Bilkent/Ankara

İnternet sitesi için TIK.