04.39 PM

10:25


Şaşkın şaşkın etrafta dolaştığım zamanlardan ilki değildi, elbet sonuncusu da değildi. 

Bütün kuzey yarımkürenin bomboş olduğu bir zamanda ve çok fazla yağmur yağıyorken, nasıl desem, TOBB ikiz kuleleri bile geride kalıyordu ama ben tam olarak nereye gittiğimi bilmiyordum ve nasılsa hiç fark etmiyordu. 

Sanırım yıllar sonra, radyoda en doğru haberi vermesini umduğum FM frekansını el yordamıyla arıyordum.

Şehirden ve şehre dair her şeyden kaçmak isterken, korkuya en çok yakışan şey de budur diyordum kendi kendime. Korku bir insana ait olmaktan çıkıp binaların girişlerindeki arama noktalarında, trafik ışıklarında öteki arabalara yakın bir şekilde beklerken, bir Kızılay-Bakanlıklar otobüsünde, bazen sadece Kızılay'ın isminde ve her türlü kalabalığın içerisinde görünür olmaya başladığı zaman, şöyle uzaklarda bir yerlerde karton bardakta sıcacık bir çay aramak gerekiyordu. Sonrasında zaten bütün gün yağmur durmaksızın yağacaktı: Silecek sesi, sileceklerin bile bir hikayesi var, silecek sesi, silecek sesi...

O gün şemsiyenin altında kütüphaneye sığınabileceğimizi düşünüyordum, içerisi sıcaktı ve bu sessizlik, güvenli bir sessizlikti her zaman. Nasıl hayatta kalacağımızı bilememiştik, hayat kendisine tutunulabilir bir şey gibi de değildi artık. Açıkçası o an hiçbir şey bilmiyordum; elimizde böyle ne olduğu bilinmeyen kapkara, yapış yapış bir gerçeklik kalmıştı ve bizi evlerimizde oturup anlamsız reality-show'lar izlemeye itiyordu. 

Yağmurun hiç kesmeden yağdığı bir gün, annemin ben üniversiteyi kazanmadan hemen önce aldığı ama artık kırılmış olan şemsiyemle metro duraklarının yanından birer birer geçiyordum. Bunu nasıl cevaplayabilirim: Bir şehir bomboşken insan en çok nereye gitmek ister? İnsanları etrafa dağılmış ama kendisi yerli yerinde olan bir şehirde ne yapılır? Umutsuzca kalabalık insan topluluklarından kaçmak isterken, bir yerlerde insan topluluğu görünce içten içe sevinmek, bizi biz yapan... 

Ama bir saat var, bizi içgüdüsel olarak birbirimize bağlayan ve kendimiz gibileri gördüğümüz zaman sevindiğimiz kritik bir saat, bir eşik. Akşama doğru, o gün yağmuru hiç durmamış bir şehirde, kuru temizlemecilerden yanlış katlama yerinden ütülenmiş keten pantolonlarını söylene söylene alacak olan insanların yavaş yavaş evlerinden dışarıya çıkmaya başladıkları bir saat. Marketlerin fırın reyonlarında haftasonu indirimi için ucuzlamış suböreği bekleyen insanların sırasında, ürkek ürkek gülümsemelerin görülmeye başlandığı bir saat. Arkalığı olmayan yüksek sandalyelerde rahatsız rahatsız otururken birilerinin "aç da yeni bir haber var mı, bakalım" demeye başladığı saat...

Zamanla yaşamın normale döndüğü hissini veren ve buna gönüllü olarak inanılmaya çalışıldığı, yolların şehre dönerken daha da kalabalıklaştığı bir saat...

COFFEE TALK #5: İMKÂNSIZ YÜRÜYÜŞ

02:43


İsviçre Alplerindeki Waldhaus Flims otelin 7018'li posta kodu ile beraber adresini ve +41 ile başlayan telefon numarasını yazıp (aslında tam olarak şu şekilde, isterseniz hemen rezervasyon yaptırabilmeniz için: +41 81 928 48 48) ders notlarımın arasına sıkıştırdığım günün üzerinden tam olarak 1 ay geçmiş. Gördüğünüz gibi ben de hala buradayım, hem de hiç gitmeyecekmiş gibi rahat bir şekilde oturuyorum. Oysa geçtiğimiz günlerde biraz bunalmıştım. (Ki bunaldığım zamanlar gecenin bir yarısı kendimi dışarı atıp sokak ışıklarından kaçınarak Montrose Caddesinde tur atmak istemişliğim de çoktur.) Ama burada bunaltılarımı anlatmayacağım elbette, daha zevkli birkaç şeyden bahsetmek istiyorum.

Bazen bazı insanların uzunca bir süre evrenin ücra bir köşesinde zayıf sinyaller vererek bulunmayı bekliyormuş gibi yaşadığını düşünürüm. Sanki kendilerine has uygun bir sıcaklığın içerisine girmişler ve ideal bir hızla yörüngelerinde dönerken öylece yaşamlarına devam ediyorlarmış gibidirler. Şüphesiz Meryem bu insanlardan biri değildi ve akşamleyin telefonum çaldığı zaman en baştan gülerek efendim demiştim, ilk nefesten de Pierre Cardin'in gelinliklerinden nefret ettiğini söyleyerek başlamıştı konuşmaya (oysa ben cüzdanlarını epey severdim). Bir su takımının (şu kuğu boynu gibi olan sürahiler ve onların bardakları) 600 lira olduğunu biliyor muydum örneğin? Hayır bilmiyordum. Sheraton'ın düğün salonu gecelik 30 bin liraydı. İşin en kötüsü bir mikserim bile yoktu. Ama o mikserini almıştı mesela. Mikser önemliydi, mikser bir krem şanti için bile gerekli olan her şeyi sağlayamıyorken çocukluk arkadaşımın hayalindeki mutfakta yerini şimdiden ayırtmıştı.

Bu sırada ben dışarıdan hangi arabaların dizel olduğunu anlamaya çalışıyor ve karşıma çıkan herkese Borges'in Yedi Gece'sinde en sevdiğim kısımları göstermek için fırsat kolluyordum.

Montrose Caddesinde...

Bu hafta geç kaldığım derslerden birine koştura koştura girdikten ve bütün amfinin dikkatini yeterince dağıttıktan sonra tam o anda hocanın "Zorbaların bahanesi kölelerin inancıdır" dediğini işitiyor ve duraksıyordum, insan her derse girdiği zaman böyle etkileyici bir cümle ile karşılaşmıyordu. Bütün gün metrolarda aktarma yaparken aslında kırılma noktalarının da birinden diğerine gidiyordum, akşam eve geldiğim zaman ben daha hiç farkına varmadan beyin kıvrımlarım arasındaki petlere sonsuza dek yerleşmiş gibi duran ayrıntıları hatırlıyor olmama şaşırıyordum. Bir an sonra gülerek ve çoğunlukla beceremeyerek içine kedi maması konulması için IKEA kolisi yapıyordum. Şüphesiz dünyanın en zevkli şeylerinden biriydi, yardım alınca.

Sonra Ay'ın %8 görünür olduğu (363.297,43 km) bir geceden yine Solaris'li baş ağrısı ile uyanıyordum. İşte bir sabah daha, uzun bir süre etrafta dolaşıp nesnesini anlamaya çalıştığım çoğu duyguyu yerine koyuyordum; Pines, bir duygunun ne olduğuna inanmaya başladıktan sonra onu tam anlamıyla yaşamaya başlarsınız diyordu. Ben ise buna, başka hiçbir duygunun o sıcaklıkta canlı kalamayacağı tek bir tanesiyle karşılık vermek istiyordum. Size onu kısaca anlatacağım ve bitireceğim: İsmi "İmkânsız yürüyüş". Bu durum, kendinizi ve vücudunuzu koskoca Milky Way galaksisinde tek bir noktaya göre konumlandırdığınız zaman (ki kritik nokta burasıydı) o konumdan uzaklaşmakta yaşanan son derece tuhaf zorlanmayı ifade ediyordu. Kütleçekiminin bir anda arttığı, bir t süresince karadelik yaklaşıyormuşçasına bütün fizik kurallarının kendisinden şaştığı, sonsuz paralel evren ihtimallerinden geçip sadece birkaç metre öteye gitmek zorunda olmanın nasılsa zorlaştığı bir an... Lugones, 1922'de yazdığı Alma Venturosa'sında "sana her zamanki gibi hoşçakal derken/ayrılığın verdiği belli belirsiz hüzünden/seni sevdiğimi anladım birden" diyordu ama o tamamen başka bir yazının konusuydu...