TEK YÖN, AKTARMASIZ

07:00

 
Sıcak ülkeler, soğuk ülkeler...

Bu aralar biraz yolumu şaşırmış gibi olduğum için beni alıp yerime koyacak bir şeyler aramaktansa direkt kaçma planları yapıyorum. Yapıyoruz.

Her öğle arası. Yeni bir ülke. Yeni bir rota. Sri Lanka. Çay tarlaları. Viyana. Budapeşte. Belgrad. Vizesiz. Kimlikle girilebilir mi? Schengen olsa? Romanya mı? Sigorta yaptırmak gerekir mi? Mevsim? Şu an soğuk. Ama ucuz. Soğuk ama ucuz! Sence? Sabiha Gökçen'de bir gece sabahlamak gerekir. Uyunur. Aktarmasız uçaklar, rotalar, kalacak yerler... Airbnb, hostel? İlk defa çıkarken biraz masraflı olur. Kaç yıllık pasaport? 10 mu? 10! Ne kadar harcarız? Öğrenci usulü takılırız.

+"Öğrenci miyiz hala?"
-"Öğrenciyiz!"
 +"Saat 13.30 oluyor, hadi aşağıya inelim artık."

Sanırım iş hayatının insanda şöyle bir etkisi oluyor: Neden duruyorum hissi. "Neden, hala, burada, duruyorum?"

Gitsem ya!

Sıcak ülkeler, soğuk ülkeler...

Biz Aralık ayında gün henüz açmadan evlerimizden çıkıp yollara düşmüştük; Ankara'nın soğuğunda ellerimizi ovuşturup ısınmaya çalışırken sizin caddelerinizde yürüyeceğimiz zamanları hayal ediyorduk.

"Wallet diye bir program varmış, en çok neye harcama yaptığını gösteriyor..."
"Her ay en fazla ne kadar kenara koyabiliriz sence?"
"Mesaileri biriktiririz, sonra biraz da ücretsiz izin alırız."

Biz bu patlayan bombalar patlamadan önce yakalanan bombalar şehit haberleri şehit haberleri şehit haberleri ölen canlar yakılan canlar ve ihbarlar arasında güvenli bir şehrin sokaklarında boynumuza fotoğraf makinemizi asmış bir halde acele etmeksizin gezeceğimiz zamanları düşlüyorduk.

GİTTİM VE GÖRDÜM: FİKA

11:16


İşte yine yapacağımı yaptım: Aylarca ortadan kaybolduktan sonra "hop" diye bir anda ortaya çıkıvermek benim işim. Her zaman olduğu gibi, yine bir "Gittim ve Gördüm" yazısı ile.

Bugünkü yerimizin adı Fika. Uzunca bir süredir gitmek isteyip vakitsizlikten ancak yolumuzun düştüğü, Ankara'nın en çiçeği burnunda kahvecilerinden biri. Tam olarak J.F. Kennedy Caddesinde bulunuyor. Yanlış anlamadıysam Kennedy ile Büklüm Sokak'ın kesiştiği yerde, dışarıdan çok fazla dikkat çekmeyen, girişin hafif altında kalan bir yer.

Bir süredir blog yazısı yazmamaktan olsa gerek, ne denir nasıl denir hepten unutmuşum. Tekrar acemi adımlar atmaya başlayarak buranın neden bu kadar ilgimizi çektiğini anlatmaya çalışayım size.

Fika, İsveç'te kahve molalarına verilen isim. "İsveççe'de hem isim hem de fiil olarak kullanılabilen ve temel anlamı 'kahve içmek' olan bir konsept". Bilhassa işteyken öğleden sonra kısa bir mola verip arkadaşlarınızla sohbet ederken kahve-çörek atıştırması yapmaya deniyor.

Ankara'da bir Kuzey esintisi bulduk, hemen gitmeliyiz diyeli haftalar geçmiş olsa da, nihayet cumartesi günü Coffee Carnaval'a gitmeye niyetlenip yer bulamayınca Tunalı trafiğini de göze alarak yollara düştük. Alternatif bir Coffee Carnaval oluşturup, (sonrasında tabii ki gerçekleşemeyen) gidebileceğimiz kadar farklı yere gitme iddiamız vardı. Biz de başlangıç için burayı seçmiştik.

Dekorasyona ayrıntılı olarak geçmeden önce, ne yeyip ne içtiğimizi söylesem daha iyi olur.

İçeride seçebileceğimiz birkaç farklı ithal, birkaç farklı da yerli kahve vardı. Biz Big Mr. Sunshine adındaki bu içimi çok yumuşak ve keyifli olan kahveyi aldık, Chemex demlemesi istedik (ve tabii her zamanki Chemex pişmanlığını yaşamak yine farz olmuştu: Çook lezzetli olmasına rağmen biz içene kadar soğudu gitti). Yanına da Brownie istedik.

İnsan arada bir böyle Brownieler yemeli.


Bir süredir yazmayınca çoktan ölüp gittiğini sanmıştım ama içimdeki dekorasyon canavarı her zaman oralardaymış. Nitekim kapıdan girdiğim gibi gördüğüm iki Lightbox da çok hoşuma gitti (üstteki ve alttaki fotoğrafta ikisi de var). Ama kafede genel olarak bir İskandinav esintisi almakta biraz zorlandım desem kızmazsınız diye umuyorum. Neden, çünkü minimalist ve net çizgiler, geometrik desenler beklerken bar kısmının karışıklığı; terek diyebileceğim dolabın dağınık görüntüsü ve ahşap seçimi beni biraz şaşırttı. Tek bir konsept beklerken iç içe geçmiş farklı tarzlar gördüğümü sandım.

Bir diğer nokta, kış günü gittiğimiz için fazlasıyla dikkatimizi çeken kafe sıcaklığıydı. Tam anlamıyla ısınamadık. 

Aydınlatmalar da güzeldi ama benim en çok beğendiğim şeylerden biri, kartvizitlerin çok özenli ve güzel tasarlanmış olmasaydı. İnternet sitesinden de görülebileceği gibi, bu konuya epey önem verdikleri hemen anlaşılıyor. Üçüncü dalga kahvecilerin şehre hızla yayıldığı bugünlerde, kahve ile beraber farklı bir kültür de kazandırmaya çalışan insanlara teşekkür ediyorum her zaman. 

Yine de ne şekilde olursa olsun, kahvelerin pahalılaşmasına karşıyım (çalışan insanlar için bile olsa, bir kişilik chemex demlemesi 10 lira olmamalı. Filtresi için deseniz, 100'lü filtre en son 50 liraya satılıyordu). Bu aynı zamanda bambaşka bir yazının konusu...



Sona doğru gelirken...

Karmakarışık yazmış olsam da yeniden burada olmak çok güzel bir duygu. Uzun bir zaman sonra evime dönmüş gibiyim: Çantamda ise yeni fikirler var. Bu yazının fotoğraflarından memnun değilim, kış güneşinin güvenilmezliği sebebiyle an be an farklı beyaz dengesi ayarı kullanmak gerekmiş. Ama değişime başlamak için iyi bir yol diye düşündüm. Doğrusu şu: Genel olarak blogdaki görsel konsepti tamamen değiştirmek istiyorum. Bunun için Photoshop'un karanlık ve rutubetli derinliklerinde uzun, çok uzun zamanlar geçirmem lazım ve bu da ne zaman olur bilemiyorum. 

Yine de işte; gittim, gördüm ve her şeyi anlatmak için geri döndüm. 

 

BAZI İLKLER HAKKINDA

12:24


Bazı ilkler hakkında ufak tefek şeyler anlatmak istiyorum.

Birinci ilk: İşe girdim. Cidden.

İlginç bir olaylar silsilesi yaşandı: Ben kariyernet'te en az 2 yıl tecrübe isteyen o malum işlerin hepsine yeni mezun-sıfır deneyim halimle çılgınlar gibi başvuruyordum ve açıkçası en azından yılbaşına kadar geçerli olmak üzere iş bulmaktan tamamen umudumu da kesmiştim. Linkedin profilimi güncelliyor, Facebook'taki özel eğitim ilanlarına bakıyordum, kamuda zaten ilan çıkan kurum bulabilene aşk olsundu. Yurtdışında iş arayanların "Pain Letter"ını da yeni keşfettiğim zaman oluyordu tam olarak (iş arayanlar bir İK'yı gözlerine kestirip sıkı bir şekilde takip ediyor, ardından "şöyle bir sorununuz olduğunu gördüm, biz eski şirketimizde şöyle bir çözüm üretmiştik, ayrıntıları konuşmak isterseniz iletişim adresim şu" diye kısa bir not bırakıyorlardı; bu durum da insan kaynaklarının dikkatini çekiyordu. Bu yüzden adına Pain Letter diyorlardı, "çektiğiniz acıyı anlıyorum". Ya da aslen, "işsizlikten acılar içinde kıvranıyorum" da olabilir.). Ama tecrübesizlikten bir Pain Letter bile yazamıyordum..

Böyle düşünceler içerisinde sürüklendiğim bir gün, bir iş görüşmesine çağrıldım ve görüşmeyi yapan İK direktörü, kimler başvurmuş diye bakmak için kariyernet'e girdiği zaman karşısına ilk benim CV'imin çıktığını söyledi. O an dikkatini çekmiştim. Başvuru koşullarında en az 2 yıl tecrübe istedikleri için ve ben tecrübesiz olduğum için direkt elenmem an meselesiymiş. Bu bana çok komik gelmişti. Lafı uzatmayayım (ki hiç uzatmam normalde, bilirsiniz), kaderin garip cilveleri sonucunda bir şekilde gelip o koltuğa oturmayı başarabilmişim. Dahası, Direktör blogdaki son yazımı okumuş, benim neden İK istediğimi de zaten oradan biliyormuş.

Bu blogda yazdıklarımı bir gün müstakbel işverenlerimin okuyacağını hiç düşünmemiştim. Bu kesinlikle dikkatimi çeken bir ilk'ti.

Ardından bu aralar hayatımda "ilk" kez şöyle bir telefon aldım: "Size iş teklifi yapmak istiyoruz, şu gün şu saatte şuraya gelebilir misiniz?" Gelirdim.

Bu sırada trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gitmeye devam ediyordu ve ben bir gün kendimi Ikea'da gezinirken şöyle düşünüyor halde buldum: Bunların hepsini yeterince çalışırsam alabilir miyim yani? Şimdiye kadar yüzlerce kez kendi evimi bu eşyalarla donatmıştım ama bir saniye, yani gerçekten yapabiliyordum.

Bu, takdire şayan bir şaşkınlıktı ve kesinlikle güzel bir "ilk"ti. Üniversite hayatım boyunca kredimi öyle küçük küçük kullanmıştım ki kendi evimi dayayıp döşeme düşüncesi bende uzun uğraşlar sonucu Anadolu'nun kapılarını açan Türklerin savaş sonrası hissini yarattı: Tuhaf bir yayılma ve genişleme hissi. Ancak tabii ki bu durum bende böyle masum bir şekilde devam etmedi, her şeyin olduğu gibi bunun da cıvığını çıkardım: Bir saniye sonra Yargıcı'dan alacağım gömlekleri ve pantolonları hesaplıyor, hayalimde kıpkırmızı Toyota Yaris'ime biniyor ve uzaklardaki evime doğru hız sınırları içerisinde seyrederek uzaklaşıyordum...

Üniversite hayatım boyunca hiç kredi kartı kullanmadığım için, bu teknolojinin varlığına ilk kez şahit olmuşum gibi etrafta dolaşıyor ve kendime kurallar koymaya çalışıyordum. Bu, dikkate değer bir "ilk"ti: Bir yanım Mango'daki yeni sezon için "korumalarıma söyleyin, hepsini alsınlar" diyerek dolaşıyordu. Hermés Birkin çantamın içerisinden Prada cüzdanımı çıkartmakla uğraşmayacaktım bile... Diğer yanım ise yeni bir telefon alsam, onun taksidi ne kadar olur şimdi diye hesap kitap içerisinde kalıyordu. Hayat bu noktada bir çıkmaz halini almıştı: Anlaşılan ayak uydurmam gereken çok fazla değişiklik vardı. Maaş kartımla beraber gelen kredi kartımı cüzdanıma yerleştiriyor, sarı rengini yavaş yavaş sevmeye başlıyordum.

Ailede çocuklar arasında "ilk" kez işe giren ben olduğum için evde tuhaf bir şaşkınlık havası da hakim olmuştu: Arkadaşlar ben artık resmen "baba" olmuştum. Dikkatinizi çektiyse konuşmam bile değişmişti, artık bu evde tutumlu olmanın vakti gelmişti... Yok yok, o kadar da değildi.

Ama bir an bir havaya girmiştim.

Mis gibi bir "ilk" de böyle geçmişti.

Velhasılıkelam, 23 yaşına gelip şimdiye kadar hiç çalışmamış olmanın ezikliği, olanların şaşkınlığı derken ben de böylece buraya dönmüş oldum.

Burası, güzel bir bozkır manzarası olan şimdilik sakin bir yoldu ve bitene kadar anlatacak daha çok şey vardı...

LİSANS SONRASI, 2. BÖLÜM: İŞ HAYATI

07:57


Psikolojiden mezun olduktan sonra neler yapılabileceğiyle alakalı yazmaya başladığım dizinin ikinci kısmı bu: İş hayatı. Zorlu, geçen her seneyle beraber daha da zorlu olacağını düşünmeye başladığım bir süreç bu. Fazla uzatmadan direkt konuya geçeceğim ki, ana kısımı istediğim kadar anlatabileyim. Bu yazı zamanla kendini güncelleyecektir muhtemelen, o yüzden her bilginin geçerlilik süresinin çok uzun olmadığını hatırlatmak isterim. Bu sırada ilk bölümü de tekrar hatırlatmakta fayda var: Mezun Olduktan Sonra Psikolojide Yüksek Lisans.

Şimdi başlayabiliriz.

"Mezun olduktan sonra nerede, nasıl çalışabilirim?" sorusunu ben 3 ana bölüme ayırıp tek tek inceleyeceğim: Devlette nasıl, özelde nasıl, bireysel nasıl?

1. Devlette Çalışmak

Üniversiteye devam ederken benim ve çoğu arkadaşımın en az düşündüğü seçeneklerden biri buydu. Stajımı bir devlet hastanesinde yaptıktan sonra da bundan fazlasıyla emin olmuştum: Çalıştığım yerdeki psikiyatristlerin psikologlara olan tavrı çok çirkin olduğu için ben de bunu çekecek durumda değildim. Yani değil gibiydim. Gelin görün ki, mezun olduktan sonra devlette çalışmak bir "imkan" haline geliyor; bütün mesleklerde olduğu gibi, özellikle maaşları sebebiyle.  

Peki nerelerde çalışabiliyoruz?

Adalet Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı (hastaneler), ASPB, Halk Sağlığı, EGM, üniversiteler, Milli Eğitim (psikoloji öğretmeni ya da formasyon alıp rehber öğretmen olarak), ceza ve tevkifevleri, TSK vs vs...

Geçtiğimiz sene Sağlık Bakanlığında en düşük olarak 75,911 ile Rize'de üniversiteye atanılmış. Sıralama da alaniçinde 400'lerde. Adalet Bakanlığının bu seneki alım için açtığı kontenjan sayısı 20, Ankara için ise bir kişi alınacak sadece. Şuradaki linkten 2014'te kaç puanla nerelere atanıldığı konusunda bir fikir sahibi olabilirsiniz. 2014 atamalarında 75 puan alan öğrencilerin alaniçi sıralamaları 500'lerden itibaren iken bu sene 1500'lere kadar gerilemiş durumda. Her sene 6000'den fazla mezun veren bir bölüme göre iki senede bir tekil sayılarla yapılan alımların sonuçlarından biri bu. KPSS'den 89 puan alıp, sıralaması 60'larda olan bir tanıdığımın büyük şehirlerdeki hastanelerde çalışmasının artık çok zor olması bana ürpertici geliyor. 2014 sınavında 84 puan alıp 1.5 sene bekledikten sonra üçüncü bölge olarak Kastamonu'ya yerleşebilen bir arkadaşım var. İki sene önce bile çok zorken, bu sene neler olacağını beraber göreceğiz. Yine aynı şekilde 2 sene önce 75 puanla ASPB ile Niğde'ye atanmış bir tanıdığım var, huzurevinde psikolog olarak çalışıyor. Yığılma puanların 70-80 arasında olduğunu düşünürsek atanabilme ihtimali git gide daha da zorlaşacak. Tüm bunlardan geriye kalan kitle ise şansını mülakatlı alımlarda denemeye devam ediyor. Devlette çalışanlar için alınan maaşlar ise 2300-3.500 lira (Bakanlıklarda uzman olanlar için) arasında değişiyor. Staj yaptığım yerde 18 senelik uzman psikologun maaşı, döner sermaye ile beraber 2800 liraydı (ek bir not: Hastanede çalışanlar için uzman olup olmamak arasında hiçbir fark olmuyor, maaşınıza bir katkısı yok bu durumun).

Burada bir mola verip devlette de özelde de çalışmayı kapsayabilecek, bütün psikoloji öğrencilerinin er geç kavuşmak istediği işe yer vermek istiyorum:

1.a. Araştırma Görevlisi Olmak

Bu bölümde kişisel olarak yorum yapmadan önce harika bir kaynağı paylaşmak yapmak istiyorum. Şuradan günümüz öğretim görevlisi ilanlarına ve geçmişteki ilanlara ulaşabilirsiniz. Uzun uzun incelemiş olmama rağmen fazla yorum yapmayacağım ama benim düşüncem kısaca şu şekilde: İlan sonuçlarının çok büyük oranda belli olduğuna inanıyorum ve geri kalan umutlu gençlerin de boşu boşuna uğraşıp durduklarına. Burada hem olumlu hem olumsuz bir taraf var. Birincisi, üniversitelerdeki hocalar tabii ki tanıdıkları, bildikleri insanları araştırma görevlisi olarak almak isteyeceklerdir çünkü basitçe kendileri için de çalıştırıyorlar. Akademi referanslarla ilerlediği için bu normal olarak karşılanabilir. Olumsuz taraf ise şu: Yüksek lisans mülakatlarında mülakata gelmeyen öğrencilerin bile yerleştiklerini gördükten sonra bu kadrolar hakkındaki genel tepkim maalesef "bunu bize bırakırlar mı?"ya evriliyor. Araştırma görevlisi kadroları çok çok azken (her sene 15 okul araştırma görevlisi alacak olsa bile okul başına 1'den fazla araştırma görevlisi kadrosu çıktığını henüz hiç görmedim ben) istenilen şartların bazen fazlasıyla abes olması (bu konuda yukarıda verdiğim linki inceleyebilirsiniz) beni umutsuzluğa düşürüyor.  

1.b. Formasyon - PDR

Psikoloji mezunları üniversitelerin eğitim fakültesinde formasyon alarak devlette ve özelde rehber ve psikolojik danışman olarak da çalışabiliyor, gördüğüm kadarıyla bu git gide artan bir talep görüyor. Bu yazıyı yazarken PDR mezunu bir arkadaşımla şans eseri görüşme imkanı da buldum ve ona tam anlamıyla "sizde işler nasıl?" diye sordum. Haliyle, zor. Onlar da zamanında 50'li puanlarla atanırken şimdi en düşük 75'lerle atanıyorlar. Psikolojide olduğu gibi onların da 75-78 puanlar arasında büyük bir yığılma var ve bu sene Adalet Bakanlığı toplamda 15 kadro vermiş. Milli Eğitim'e de mülakat sistemi getirildiği için biraz daha tedirginler. Ama güzel tarafı, kadro sayısının çokluğu. Yanlış hatırlamıyorsam 5 bin kişi alacaklarmış bu sene. Bu, ne olursa olsun güzel bir haber. Formasyon aldıktan sonra çalışma alanınız da hayli genişliyor: Özel okullarda, Kuran kurslarında ve kreşlerde pedagog olarak çalışabilmeye başlıyorsunuz. Düşünülesi bir seçenek.

2. Özelde Çalışmak

2. a. Özel eğitim kurumları ve rehabilitasyonlar: 

Özelde çalışmak deyince aklımıza ilk gelen yerler özel eğitim kurumları ve rehabilitasyon merkezleri oluyor. Bu kurumlar yeni mezun psikoloji öğrencilerinin ilk tecrübe yuvası gibi, hemen herkesin bir özel eğitim geçmişi oluyor alanda. Bunun sebebi, özel eğitimlerin işe alımda çok fazla tecrübe istemiyor olması. Psikolog alma amaçları bazen kurumda psikolog bulundurma zorunluluğundan kaynaklanıyor, bir nevi diploma kiralanması gibi. Burada yapılan işler özel eğitim gören çocuklarla ve aileleriyle görüşme yapmayı içeriyor, görece rahat çalışma koşulları var. Küçük bir yerdeyseniz, haftaiçi her gün bile çalışmıyorsunuz: Bütün görüşmelerinizi haftada iki ya da üç güne sığdırabilirsiniz. Buna göre maaşınız da değişiyor, örneğin haftada iki gün çalışmaya aylık 1000 lira alıyorsunuz. Büyük şehirlerde özel eğitimlere girmek tabii ki zor, küçük şehirlerde maaşları da daha yüksek oluyor. Şehirdeki üniversitelerde psikoloji bölümü olup olmaması burada arz-talep eğrisini ciddi bir şekilde etkiliyor, örneğin Trabzon'da tam zamanlı olarak 1800 liraya işe başlayabilirken Ankara'da size asgari ücret (1300 lira) teklif ediliyor. Burada sizin çok tecrübeli olmanız yüzünden yüksek bir maaş talep etmeniz önemli değil, mezun sayısı çok olduğu ve çok da uzman aramadıkları için sizi gönderip yerinize daha düşük ücretle çalışabilecek birilerini bulmak kolay. Bizzat gittiğim bir özel eğitim görüşmesinde kurum müdürü bana eskiden psikolog bulamadıkları için diploma kiraladıklarını, şimdi bu kadar başvuru olmasına şaşırdıklarını söylemişti. 1300 lira maaş için şehirlerarası yerlerden arayanlara yanımda "açıkçası bu maaş size Ankara'da yaşamak için yetmez" diyordu. Özel eğitimde aranan özellikler nedir diye sorduğum zaman genelde şu cevabı alıyorum: Yeni mezun, özel eğitime yakın oturan, mümkünse evli ya da ailesiyle yaşayan ve KPSS ile atanmayı düşünmeyen/puanı bile olmayan adaylar öncelikli. (Meraklısı için: Ben de tabii ki bu işe giremedim.)

Özel hastaneler ise klinik psikoloji yüksek lisansı ve tecrübe ikilisi ile bu yarışa dahil oluyor.

2.b. İnsan kaynakları uzmanı olmak

İtiraf etmek gerekirse benim bütün bu yazdıklarım arasında en çok içime sinen kısım, bu bölüm. Bu alanda diğer psikoloji mezunlardan ziyade İktisadi/İdari Bilimler mezunları ile yarışıyorsunuz. Haliyle herkes IK'da olmak istiyor: Kim uzun bir süre iş aradıktan sonra işe alımlarda görevli olmak istemez ki? Üniversiteye yerleştikten sonra öğrendiğim bir şey var, herhangi bir yerde iibf mezunlarına bir şekilde kadro açılmışsa o mezunlar o kadroyu yeyip bitirir (alan sınavları ve mülakatlar yüzünden bu mezunların Türkiye'de hayatta kalma becerileri oldukça gelişmiş, her türlü zorluğa karşı yılmadan ilerleyebilmeyi öğrenmişler). Gelin görün ki büyük şirketler artık verdikleri IK ilanlarına kocaman kocaman "Psikoloji Mezunları" da yazıyorlar da bizim de bir umudumuz oluyor. Olumsuz tarafları, Ankara'da özel sektör diye bir şey olmadığı için İstanbul'a gitmenin bir kere farz olması. Olumlu tarafları da, meslek doyumu ve maaşın daha yüksek olması. Ya da, daha yüksek olmasının umut edilmesi diyelim. 

3. Bireysel/Diğer Alanlar

Bu alanlar sizin kendinizi nasıl geliştirdiğinize ve yüksek lisansınızı nerede yaptığınıza göre değişebilen seçenekler sunuyor. Mezun olduktan sonra spor bilimlerinde yüksek lisans yaparak Spor Psikologluğu yapabilirsiniz. Örneğin bir arkadaşım mezun olduktan sonra Radyo, Televizyon ve Sinema'da yüksek lisans yaptı ve şu anda TV kanallarına psikolojik danışmanlık yapmakta, editöryal işlerde çalışıyor. Ya da İlahiyatta yüksek lisans yaparak ileride çok revaçta olacağını düşündüğüm din psikologluğu yapabilirsiniz. İki sene kadar önce Aile Danışmanlığı mezunları için büyük bir atama haberi çıkmıştı ve bir anda bu bölüm de hayli popüler oldu. Belki düşünülebilir. Bunlar, tamamen sizin becerilerinize kalmış seçenekler. Şu an kanun durumunu bilmediğim için emin değilim ama bir süre önce klinik psikoloji mezunları tek başlarına ya da bir psikiyatristle beraber klinik açabiliyorlardı. Muhtemelen şu an da bu şekildedir ama ilerlemek için testlere ve belirli bir tanınma oranına ihtiyacınız olacaktır. 
*
Psikoloji bölümü ile alakalı en sevdiğim şey, biraz da UPOK'ların sayesinde adeta bir aile gibi oluşumuz. Meslek yasamızın olmaması sebebiyle görüyorum ki biz birbirimizi kollamadığımız sürece işverenler bizi daha fazla kullanıyor. Bildiklerimi paylaşmaya çalışarak biraz da olsa bu çabaya katkıda bulunmaya çalışıyorum, bu yüzden tüm bu yazdıklarımla alakalı eklemek istedikleriniz ya da yanlış olduğunu düşündüğünüz şeyler varsa lütfen yazın.

Şimdilik hoşçakalın!

LİSANS SONRASI, 1. BÖLÜM: PSİKOLOJİDE YÜKSEK LİSANS

10:22


Mezun olma sürecinde ve hemen ardından bütün yaz tatili boyunca üniversitelerin yüksek lisans süreçlerini, iş ilan ve imkanlarını takip ettikten sonra, geçtiğimiz günlerde aniden bir ışık yandı ve "neden artık tecrübe olmuş olan tüm bu bilgileri yazıya dökmüyorum ki?" dedim. Ardından olan oldu. Çevremde Psikolojiden mezun olan herkesle bu konuları enine boyuna tartışmaya ve elime geçen her yere notlar almaya başladım. Daha kafamda tasarlarken bile çok uzun bir yazı olacağını tahmin edebiliyordum ama bölüme yeni başlayanlar için çok yardımcı olabileceğini düşündükçe çeşitli üşengeçliklerden sıyrılarak nihayet yazmaya başlayabildim (bu bana ikinci bir lisans tezine başlıyor gibi hissettiriyor). Diğer bir yazma nedenim de "Bizim zamanımızda yoktu böyle şeyler, şimdiki gençler şanslı" diyebilme keyfini yaşamak, ehem öhöm. Fazla sulandırmadan, hadi başlayalım.

Başlamadan önceki son uyarı, burada yazılanların tamamen benim fikirlerim olmasından kaynaklı hatalar içerebileceği gerçeğidir.

İlk bölüm, tabii ki,

1. Yüksek Lisans:

Yüksek lisans yapmak, Psikoloji bölümlerinin bir olmazsa olmaz'ı. Henüz birinci sınıfa giderken bile "yüksek lisans yapmadan bir şey olamazsınız" söylemleri fısıltı halinde dolaşmaya başlıyor öğrenciler arasında. Bu söylem tam olarak doğru değil ama o konuya sonra geleceğiz, yani yüksek lisans yapmadan direkt iş hayatında lisans mezunu olmanın karşılığının ne olduğuna.

Muhtemelen hiçbir bölümde öğrenciler Psikoloji bölümündekiler kadar akademisyen olmak istememiştir. 60 kişilik sınıfımda akademisyen olmayı düşünmeyen, en azından yüksek lisans yapmayı düşünmeyen kişi sayısı 5'i geçmezdi (5 burada epey iyi niyetli bir rakam bu arada). Üniversitede yatay geçiş yaptığım için (özel üniversiteden devlet üniversitesine), eski okulumda da durumun tamamen aynı olduğunun farkındaydım. Daha da ileriye gidelim, her yaz yapılan Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi (UPOK)'ta da tanıştığım her öğrenci yüksek lisans yapmak istiyordu. Ama şöyle bir durursak: Hepimiz master yapamayız. Bu kadar öğrencinin yarısı, hatta çeyreği kadarı bile master yapamaz. Gerçekçi olursak, mezun olunca çoğumuz Psikolojiden master yapamayacağız. Master imkanlarını (gözlemlediğim kadarıyla) ikiye ayırıyorum: Mezun olunan üniversiteye göre, başvurulan üniversiteye göre. Şimdi tek tek inceleyelim.

1.a. Mezun Olunan Üniversiteye Göre: 

Bizim zamanımızda, yani bundan 5-6 sene öncesini kastediyorum, psikoloji popüler bölüm olmanın doruklarındayken (KPSS'de 65 ile atanılan o görkemli dönem :), özel üniversiteye gitmek ile devlet üniversitesine gitmek arasında da dağlar kadar fark vardı. Devlet her zamanki gibi daha "tercih edilir" olandı, oysa şimdi öyle değil. Büyük okullar dışında (ODTÜ ve Boğaziçi), Psikolojinin şu anki iyi bölümleri hep özellere kaymış durumda (Bilkent, Bilgi, Bahçeşehir vs... İstanbul Şehir Üniversitesinin ilk 5 binden Psikoloji öğrencisi aldığını biliyor muydunuz? Bizim zamanımıza göre inanılmaz rakamlar...). Bu genel olarak bütün bölümlerde var olan bir şey sanırım ve temel sebebi "iyi hocaların özel okullara geçmesi" olarak görülüyor (bu başka bir yazının konusu ama). Kendi okulumdan örnek verecek olursam, zamanında ilk 6 binle alan okul yanlış bilmiyorsam 10 binlere kadar kaymış durumda. Anlayacağınız, "okul adının önemi" konusu, son birkaç senede çok değişti. Şimdi "köklü" bir devlet üniversitesinden mezun olduğunuz zamanın, yeni bir özel üniversiteden mezun olduğunuz zamandan avantajlı olan tek kısmı, özel sektörde işe girerken ya da devlette mülakatlı bir alım yapılırken daha sağlam bir imaj veriyor olması.

Peki yüksek lisansta durum nedir?

Burada pek çok değişken var. Mezun olunan üniversiteye göre değil, tamamen not ortalamasına göre işleyen bir süreç başlıyor. Genelde kimse, hani hep internette dalga geçilen İsim Üniversitelerinin birinden mezun olduğu için yüksek lisansa kabulde bir sorun yaşamıyor: Not ortalaması çok yüksek olduğu sürece. Burada çok yüksek olma kriterimiz ise: 90+/100 GPA. Özel üniversitelerden düşük ya da orta seviye bir ortalama ile mezun olan kitle, muhtemelen en şanssız kitle. Çünkü devlet üniversitesinden orta seviye bir ortalama ile mezun olanlara göre mülakatlı kabullerde onlara büyük bir önyargı ile yaklaşılıyor. Aynı şekilde iş hayatında da, devlet mezunları daha tercih edilebilir çünkü daha "sağlam" bir eğitim aldıkları izlenimi var. Görece doğru. İyi hocalar özel üniversitelere kayıyor olsa da, çoğu "yeni" özel üniversitede "hoca" yok (Psikoloji bölümleri için konuşuyorum). Üç tane yarddoç'tan dönüşümlü olarak eğitim alarak mezun olan arkadaşlarım var. Bazı okullar, "hocaları" olmadığı için Yüksek Lisans açamıyor. YÖK, popüler bir bölüm olduğu için Psikoloji bölümlerini özel okullarda açmada çok elibol davransa da eğitim kalitesi kontrol altında tutulmuyor.

Burada pek çok haksızlık ve hakkaniyetsizlik de var ama genel bir eğitim sistemi sorunu bu. Ortalama yapmak hiç kimse için kolay bir şey değil ama bazen kolay olduğu durumlar da oluşabiliyor. Siz bir üniversitedeki 70 geçme notu (70=CC, 90+=AA) ile bir özel üniversitedeki çan eğrisinde (45 ile de AA alınabilir, 70 ile de, 90 ile de) aynı ortalamayı yapmış iki insanın emeğini hiçbir şekilde eşitleyemezsiniz. Sırf bulunduğunuz sınıftakilerden (ve doğal olarak ortalamadan) biraz daha iyisiniz diye dersleri geçmek, çok adil bir yöntem değil. Burada Çan Eğrisi kolaydır denilmiyor, eğer çok iyi bir okuldaysanız Çan sizin aleyhinize de dönebilir elbette. Ama piramidin altındaki büyük kısım ortalama seviyede okullardan oluşmakta ve bu not sistemlerindeki haksızlıklar, en azından bazı okullardan mezun olan öğrenciler için tamamen bir hayalkırıklığına sebep oluyor. Çünkü yüksek lisans sıralaması yapılırken mezun olunan okullara ya da o okulların zorluk derecesine (ki böyle bir şey olduğuna iki okul görmüş bir insan olarak kesinlikle inanıyorum) bakılmıyor.

Ayrıca çok iyi okullardan mezun olduğunuz zaman zaten sizin yeriniz de belirlenmiş oluyor.

Bu başka bir problem, yani ikinci kısım.

1.b. Başvurulan Üniversiteye Göre:

Lisans 1. sınıfta bölümü tanıtmak için gelen bir araştırma görevlimiz vardı, kendisi Ankara'da yüksek lisans yapıyordu o sırada. Boğaziçi mezunuydu ve iyi bir ortalaması (3.60 civarıydı sanırım) vardı ama bize sürekli kabul sürecinde ne kadar zorlandığından bahsetmişti. İyi okulların master kontenjanlarını zaten kendilerinin en iyi öğrencileri dolduruyor (ki bütün okulların kendi öğrencilerini kabul etme yanlılığından bahsetmiyorum bile burada). Bu sene Hacettepe'nin Klinik Psikoloji'sine kabul alan öğrencilerden en düşük ortalama ile girenin bile 100 üzerinden 98 ortalaması var. Bu gençler aynı şekilde çılgın TOEFL, ALES puanları alıyorlar. Diğer üniversite mezunu gençler büyük başarılar elde etmediği sürece, en tepedeki okullar genelde kendi öğrencilerini kendi aralarında değiştiriyorlar sadece.

Geriye kalan en iyi öğrenciler de diğer okullar arasında paylaşılıyor. Bu denklemde ortalama bir öğrenci olmanın pek bir yeri olmadığını siz de fark etmişsinizdir. Tabii ki paranız yoksa.

Bu da başka bir problem.

Yani özel üniversitelerden birinde yüksek lisans yapmak.

Bin kere söyledim ama Psikoloji popüler bir bölüm ve ilginç bir şekilde bölümü isteyen çılgın bir kitle var. "Psikoloji olmazsa başka bir yer de olmasın" diye defalarca üniversite sınavına hazırlanan (ki bunlardan biri de bendim zamanında) ve ardından mezun olunca da bu bakışı devam ettiren. Böyle olunca çoğu özel üniversitede burslu bir şekilde Psikolojide yüksek lisans yapma imkanı kalktı (emin değilim ama şu an hiçbirinde olmuyor bile olabilir). Çılgın bir talep olduğu için, işe bakın ki en pahalı yüksek lisans bölümleri de Psikolojininkiler oldu. Başvuru döneminde çoğu özel okulun burs verilebilecek durumlar listesine "Psikoloji Bölümleri Hariç" yazısı eklenmeye başlandı. Buralarda bahsedilen fiyatlar minimum 35 binlerden başlayıp, ucu açık olarak 60 binlere kadar çıkabiliyor. Burada sizin akademik başarılarınızın hiçbir anlamı kalmıyor. Boğaziçinden iyi bir ortalama, güzel ALES puanları ile mezun olmuş ve kaderin tuhaf bir cilvesi sonucunda Başkent'te yüksek lisans yapmak isteyen bir insansanız (neden yapmak isteyesiniz hiç bilmiyorum) hiçbir burs indirimi alamıyorsunuz (kendi öğrencisi de olmadığınız için, hiç). Lisansta çocuğunu yarı burslu olarak okutabilen aileler bile bu noktadan sonra çare bulamıyor. Tüm bu durumun görmezden gelinmesi de Psikolojide yüksek lisansın korkunç bir ticaret olduğu hissini uyandırıyor bende.

Ki yüksek lisans yapmış olsanız bile ilgili "sertifika"ları almadan test veya terapi yapamıyorsunuz. Sadece uzman oluyorsunuz, yani sırada benzer bir yarışı doktora için sergilemek var. Bu sertifikalardan en temel olanları (basic kelimesinin karşılığı olarak) bile bin liralardan başlıyor. İçinizi daha da karartmak istemiyorum ama örneğin bilişsel terapi yapabilmek için sertifikasını, eğitimini ve süpervizyonunu almalısınız ve bu toplam 10 bin lirayı bulabilen bir süreç. Ciddi bir klinik psikolog olmak, iyi bir kendine yatırım gücü istiyor.

Başvurulan üniversiteye göre başlığının altında olması gereken bir diğer konu da, başvurulan üniversitenin o dönem açtığı kontenjan sayısı. Bu tamamen şansa yönelik bir değişken ve gitgide azalıyor da (bunun sebebi de zamanında ÖYP'lilerin bu kontenjanları direkt doldurmasıydı; istedikleri yere geçebiliyorlardı ve okullar gitgide daha az master öğrencisi almaya başladı). Bu konuyla alakalı (Psikoloji bölümleri kontenjanları ile alakalı) her sene güncel bilgiler veren bir hocamız var, Engin Arık. Onun sayfasından ve TPÖÇG'den aldığım son verilere göre şu anda Türkiye'de 75 tane üniversite Psikoloji öğrencisi alıyor ve sadece geçen sene yaklaşık 8 bin psikoloji öğrencisi mezun olmuş. Yüksek lisans programı sayısı (16 Haziran 2016 itibariyle) 90. Ayrıntılı program listelerine şuradan bakılabilir: TIK. 

Bu yazıyı şimdilik burada noktalıyorum, devam edecek serinin ilk yazısı olarak. Muhtemelen size çok fazla karamsar geldi ancak ben, umutlu kısmı serinin diğer yazılarına saklıyorum. Bundan sonra sırayla mezun olduktan sonra iş hayatındaki seçenekler, yurtdışı imkanları, diğer alanlara kayma gibi konuları ele almaya çalışacağım. Bu yazı da dahil olmak üzere eklemek ya da eleştirmek istediğiniz her şeyi duymak isterim, lütfen yazın.

Şimdilik hoşçakalın!

ROBİNSON CRUSOE NO: 389

13:15


Murakami kitabı gibi.

İstanbul'a gittiğimde makinemin şarjı tamamen dolu, hafıza kartı da tamamen boş bir halde dışarı çıkmışken eve dönene kadar belki de yüzlerce fotoğraf çekeceğimi düşünüyordum. O gün İstanbul'un her sokağına ışığın nasıl düştüğünü bile bilen bir fotoğrafçı arkadaşımla akşama kadar gezecektik, tabii ki beklenilen şey buydu. Gelin görün ki, biz yine yaklaşık 7-8 saat durmaksızın gezmiştik de, çektiğim yegane fotoğraf bu olmuştu. Hayretler içindeydim, nedense fotoğraf çekmek umurumda bile değildi -ki böyle bir şey bana evrenin belirsizliklerle dolu karanlık tarihinde en fazla iki üç kere olmuştur-. Çektiğim gibi bu fotoğrafı hemen sevmiştim. Söylemesem olmaz, arka tarafta güzel bir jazz şarkısının çaldığını da hesaba kattığınız zaman, bu fotoğraf tipik bir Murakami kitabı olmaya evrilebilirdi: Ergenlik çağında (sonrasında zorlu bir büyüme evresi geçirecek olan ve okurların bunum her saniyesine şahit olacağı) sorunlu bir çocuk eksik karenin içinde sadece. Bir kitapçıda, eski ve yeni dergiler, farklı dillerde şehir rehberleri ve işte, kuyruğunu sallayarak camdan dışarıyı seyreden tekir bir kedi. Bütün içerik hazırmış ama sadece anlamını bekliyormuş gibi. Bu da normalde belki yaşayıp geçeceğiniz, ama Murakami yazınca uzaktan size çok şiirsel, çok kritik bir an gibi gelebilecek zamanlardan. Mesela o olsa, tam bu sahnede iki tane kahramanı birbirleriyle yüzleştirebilirdi, o sırada kedi öylesine kuyruğunu sallamaya devam edecekti ve ilgisiz ilgisiz mırlayacaktı etrafa. O olsa, muhtemelen bütün bir kitabını böyle bir sahne için bile yazabilirdi ama biz sadece bakıp geçeriz. Ama heyhat, ben bu sefer geçmedim. Burgess'in "Mütevazi Anlatıcınız"ı gibi, ben de bu blogun yazarı olarak üzerine biraz düşündüm sonrasında.

Hayat belki de, bir "anlar dizisi"dir sadece, ya da öyle bir şey (kimilerine göre). Hani Murakami'nin kovalayacağı cinsten anlardan ibarettir belki ve bir sonraki ilham kaynağı an'a değin boş durmamaktan, aramaya devam etmekten oluşmaktadır sadece? Bilemiyorum, bilemiyorum. Bu sefer bütün var oluşu "Saeki hanım, merak dolu gözlerle bana bakıyordu, 'fakat zaman dediğimiz şey var olduğu sürece herkes yaralar alır, herkes farklı hallere dönüşür' dedi" şeklinde mi algılayacaktık? Bu teoriye göre biz sürekli bir şeyleri arayacaktık. Yaşanılan her anda göstermeye değer, üzerinde çalışmaya değer bir şeyler olmalıydı o halde. Distopik bir şey ama bizzat içinde olduğumuz  bir şey aynı zamanda. Ânlar doldurulmalıydı ama bu olabildiğince çok şeyi tecrübe etmiş olmak için değil, onları yaşadığını göstermek için miydi?

Gösteremeyeceğimiz şeyleri yaşamanın bir anlamı yok muydu? Ya da üzerine düşünülemeyecek hiçbir şey yaşanmaya değmez miydi?

Mesela o gün orada içerken kahvemizin fotoğraf çekemeyeceksek, o kahveciye gitmenin hiçbir anlamı yok muydu?

O ânları yakalamak için, mesela bir şarkıyı sadece arka fonda öylesine dinleyemez miydik; yoksa o şarkı bizde illaki derin çağrışımlar mı uyandırmalıydı?

Peki ya tam olarak nasıl ilerleyecektik?

Super Hot oyunundaki gibi olduğumuzu düşünmüştüm: Biz durunca dünya dururdu ve hareket edince de varlık tüm hızıyla oluşumunu sürdürürdü. Ağır ânlar silsilesi içinde sanrısal bir doyum yaşamak mı, yüzeysel bir dünyada durmaksızın oradan oraya koşturmak mı istiyorduk?

Benim bir türlü cevap bulamadığım sorulardan biri de buydu.

LİSANSIN ARDINDAN: PSİKOLOJİDEN BANA KALANLAR

11:34


Uzun zamandır yazmak istediğim bir yazıydı bu; hem de günler aylar bile değil, yıllardan beri...

4 senedir "bu okuldan mezun olduğum gün psikoloji okumak hakkında upuzun bir yazı yazacağım" diyordum; 4 sene göz açıp kapayıncaya kadar geçti ve okul bitti ama bu yazıyı yazmak ancak mümkün olabiliyor. Aslında sadece bloga yazma kısmı kalmıştı: Son sınıfın ikinci döneminde, vizelerden hemen sonra bu yazıyı yazmayı ciddi ciddi kafama koymuş olduğum için kütüphanede geçirdiğim saatler boyunca yanımda her zaman bir not kağıdı bulundurdum. Özellikle final döneminde ders çalışmaya ara verdikçe kendime "ben bu okulda ne öğrendim" diye sorup durdum ve tüm bunları yapabileceğim en sade şekilde not aldım.

Bu yazı, size bölümün içeriği hakkında bir şey söylemeyecek. Hangi dersleri göreceğinizle alakalı değil ya da bölümü okurken neler yapmanız gerektiğiyle alakalı da değil (onları başka bir yazıda uzun uzun çekiştireceğim zaten). Bu yazı, "Psikoloji"nin öğrettikleri ile, "daha sağlıklı", "daha aktif", "daha açık" olabilmekle alakalı.

Başlamadan önce son bir şey söyleyeceğim: Bu yazıyı kendim için yazıyorum, aradan yıllar geçtikten sonra bile dönüp okuyabilmem için. Daha sağlıklı bir insan olabilme çabasının bir sonucu olarak, lisans hayatımın ardından kendime verdiğim öğütlerin bir kısmı, işte burada.

Şimdi başlayabilirim.

1. Duygularına sahip çık. Yanlış ya da doğru duygu yoktur, onlarla yüzleş. Hepsinin senin duyguların olduğunu kabul et ve barış onlarla. Duygularını anlat, ifade et. Kıskanıyorsan söyle. Kızgınsan bağır, neşeliysen güzel bir kahkaha at; yaşa bunları.

Erkekler de ağlar. Kadınlar da ağlar. Sana her zaman ne kadar sakin, ne kadar uysal biri olduğunu söyledikleri için o gün, o an, içinden geldiği halde hakkını savunmak için bağırmamazlık etme. Ne kadar anlayışlı olduğunu söyledikleri için saçma kıskançlıklarını içine atma, söyle. Bir duyguyu hissediyorsan, sadece hissetmen gerekiyordur işte: Yaşa. Başkalarının senin duygularını değiştirmesine izin verme, seviyorsan söyle. Delice mutlu olduğun zaman zıplamak istiyorsan zıpla, dans etmek istiyorsan dans et. Bir konu hakkında içinden ufacık bile olsa bir şüphe geçmişse söyle. Yakınındakiler zaten sana değer veriyorlarsa bunu geçirmeye çalışacaklardır, buna müsaade et. Duygularını söyle ama mantıklı davran: Abartma ve elinden geliyorsa uzatma. Olumlu hislerini de en az olumsuz olanlar kadar takdir et ve hepsinin farkında ol.

2. Kendinin ve çevrenin farkında ol, sorumluluklarını bil. Kendi potansiyellerini bil, neleri yapabiliyorsun nelerden hiç anlamıyorsun, incele bunları. Hangi yaşta olursa olsun kendini aramaya hiçbir zaman ara verme. İçinde bulunduğun sınırları aşmaya çalış, kendi sınırlarını aş, çevrenin sınırlarını aş. Kendi elinde olmayan, yaşadığın çevre/büyüdüğün aile/ortam gibi nedenler yüzünden ideallerini gerçekleştiremediğinde kendine hiçbir zaman yüklenme. Bunları değiştirmeye çalış, bunları gevşetmeye çalış, çok uğraş ama yapamıyorsan bırak, dünyayı sen kurmadın.

3. Savunmacı olma. Bunu yapmakta bazen ne kadar zorlandığını biliyorum ama sadece yapma işte. Neyi, neden, niçin savunuyorsun? Kendini neden bu kadar paralıyorsun anlatmak için? Kendini ya da bir başkasını, bir nesneyi, bir durumu kanıtlamak için bu kadar savunmaya gerek var mı? Bırak başkaları da haklı çıksın, susmayı bil bazen. Aynı şeyin etrafında dönüp duruyorsun bazen, ne gerek var? Kime, neyi anlatmaya çalışıyorsun bu kadar?

4. Tutarlı ilişkiler geliştir. İlişkilerin sensindir: Bir gün dünyanın en güvenilir insanıyken öteki gün ihanet etme. Gerçekten sevmiyorsan o anı kurtarmak için seviyorum deme; emin değilsen hiçbir ilişkin için belirsizliklerle konuşma. Güvenli bağlan. Sana güven vermeyen hiçbir ilişkinin içinde bulunma. Kaygılılarla hiçbir yere ilerleyemezsin. Bıraktığın zaman seneler sonra  bile aynı şekilde bulacağın ilişkilerin olsun. Biraz daha fazla para kazanmak için sana güven vermeyen iş anlaşmaları da yapma: Böyle şeylerde kazanan olamazsın.

5. Yaşantılarını çarpıtmadan algıla, kendine özgü değerlendirme süreçlerini kullan. Senin yaşadığın olayları sen değerlendir, başkalarının senin yaşantılarını değerlendirmesine müsaade etme. Başkalarının gözünden değil, kendi gözünden bak olaylara: Sana göre yanlışsa yanlıştır, sana göre doğruysa doğru. Sen uygun gördüysen uygundur, toplumsal kuralları sen de çok iyi biliyorsun, davranışlarının sorumluluğu sende olsun. Başkalarının seni yargılaması senin nasıl bir insan olduğunu ve neler hissettiğini hiçbir zaman değiştirmesin: Diğerleri seni her zaman paçalarından çekiştirecektir, sen kendi yoluna bak. Kendi kendini, kendi kriterlerine göre sen eleştir. Hiç kimse seni ve şartlarını senden daha iyi bilmiyor ve bilmeyecek de. Kendine hesap ver sadece, buna sadece senin hakkın var.

6. Benlik saygını koru. Ne olursa olsun. Seni bütün gelişimsel ve yaşamsal krizlerden kurtaracak olan şey yine sensin. En yakınındaki insan bile sana meydan okuduğu zaman sadece kendin kalacaksın. Benliğini koru. Kim olduğuna, güçlü bir insan olduğun gerçeğine, kimseye bağlı ve bağımlı olmadığın gerçeğine, herkesten farklı kendine özgü bir insan olduğun gerçeğine yapışıp kal hayatın boyunca. Derslerde benlik saygısını yitirmiş şiddet mağduru kadınların nasıl bir psikolojileri olduğunu öğrenirken neler hissettiğini düşün. Kimseye bakma, kimseyi umursama, yapmak istemediğin zamanlarda bile bazı şeyleri sırf benlik saygını korumak için yap. Kim olduğunu asla çiğneme ve çiğnetme. Var olmak bazen sadece benlik saygının sana yapmanı müsaade ettiği şeyleri yapabilme gücü bulmaktır, bunu asla kaybetme. Biliyorsun ki var oluş aslında yalnız olmak demektir, yanında her kim olursa olsun hayata karşı baş etmen gerekenlerle tek başına mücadele edeceksin. Kendini koru bu yüzden. Başta da dediğim gibi. Ne olursa olsun. Koru.

Bunun için her zaman bir şeyler yap, hep bir uğraşın olsun. Her şey bittiği zaman bile yapmaya devam edebileceğin alternatif kaçış noktaları bul kendine. Bütün krizlere karşı aslında tek başına mücadele ettiğini unutma. En yakınındaki insanlar sana destek olurlar ama sen, sadece sen aşabilirsin bunları.

7. Seni özgürleştiren insanlarla birlikte ol. Ve insanlar senin yanında özgürleşsin. Egolarının kölesi olmuş insanları bırak; rahat, savunmacı olmayan insanları al yanına. Sana onlarla birlikte olduğun zaman yeni bir şeyler öğreten insanlarla birlikte ol ve sen de öğret. Kendine saklama, okuyup okuyup mezara götürme bildiklerini. Hayatı doyasıya zevk alarak yaşayan insanları seç kendine arkadaş olarak ve sen de insanların yanında rahat ettiği bir insan ol. Uğraş buna, sevdiğin kadar sevilirsin, unutma.

8. İçinde bulunduğun dünyadan mutlu değilsen, önce kendi davranışlarını değiştir. Kendin için yararlı olmayan davranışlarını değiştir, kendi hareketlerinin kölesi olma hiçbir zaman. Her zaman davrandığın gibi davranmak uğruna mutsuzluğunu sürdürme. Öyle alışmış olduğun için devam ettirme, alışkanlıkların seni iyiye götürmüyorsa terk et. Memnun değilsen, kendin için istediğin şey bu değilse, yok et gitsin. Eğer o insan seni daha iyi bir insan yapmıyorsa, alıştığın için sürdürme bunları. Kimseden bekleme, sen yap. Sen fark etmişken karşı tarafın fark etmesini bekleme, fark ettir. Değişimden korkma, değişim fırsattır bazen.

9. Risk al, yeni şeyler denemeye açık ol. Zorlanıyor, içinde bulunduğun şartları düşündükçe bu maddeyi hiç göze alamıyorsun ama risk al, risk almaya çalış. Bazen bir pizzacıda hamur açmanın bir plazada topuklu ayakkabı içinde kıvranmaktan daha büyük bir yaşam tatmini verebileceğini hiçbir zaman unutma. Çevresel koşulları onları desteklediği için değil, risk aldıkları için bir yerlere gelebilmiş insanları örnek al kendine. İçinde bulunduğun şartlar nasıl bir risk gerektiriyorsa, onu yap. Farklılıklardan korkma, her şeyi dene, kendin seç.

10. Çok sev ve bir iyilik bulma gücün olsun olanlarda. Her zaman ama her zaman bir dalın olabileceğini hiçbir zaman unutma ve sev hayatı. En güzel sen sev, en doya doya sen yaşa.

Daha yazacak çok şey vardı ama bilirsiniz, en akılda kalanlar...

COFFEE TALK #6: KAYGILARIM VE BAZI DİĞER ÖNEMSİZ MESELELER ÜZERİNE

13:13


Son zamanlarda sıklıkla aklıma üşüştüğü ve bir noktadan sonra soran insanlara anlatırken bile bunalmaya başladığım için en sonunda yine kürkçü dükkanıma geri döndüm ve neden bloga yazmıyorum ki bunları dedim. Neden-biraz-daha-canını-sıkmayayım-ki-insanların.

Bu yazıyı neden okuyasınız bilmiyorum; hoş, biz bu dili konuşan bu canım ülkenin genç insanları olarak neler okumadık ki... Zaten ben de bildiğimi sandığım çoğu şeyi bilemiyorum artık. Yazının en başından dramatik bir giriş olabilir ama bazen, olduğumu sandığım kişi gibi davranmaya çalışıyorum: İşte "gerçek ben olsam, şöyle yapardım". Gerçek ben kimdir, ondan da emin değilim çünkü gerçek ben şimdiye kadar böyle bir şeyle kesinlikle karşılaşmadığı için nasıl davranması gerektiğini bilmiyor ve her zamanki savunma mekanizmalarını kullanmaya çalışıyor. Pof, çoğu savunma yetersiz. İnkar edemezsin, yok sayamazsın, akla mantığa bürüsen ne fayda...

Mızmızlanmayı bırakıp daha büyük bir mızmızlanma için asıl konuya geçiyorum o halde: Arkadaşlar ben ne olacağım?

Cidden. Oturup bir saniye bu konuyu konuşabilir miyiz?

Gelecek kaygısı bende şu şekilde tezahür ediyor: Ya ayrı bir insan olamazsam, ya farklı bir şeyler yapamazsam? Ölüp gittiğim zaman arkamda hiçbir şey bırakamamış olursam, adım bile kalmazsa ortada? Kendimi ifade edemediğim bir yerde çalışırsam, sıkışıp kalırsam bir yerlerde? Bir jungle'ın içerisine düşüp sırf maddi imkanları yüzünden çekip kurtaramazsam kendimi? Gerçekten ama gerçekten, bir şey üretemezsem? Kimseye bir yardımım dokunamazsa, okuduklarımı hiç kullanamadan unutursam sırayla? Ya, öylesine girdiğim ve sonra zaten ayrılırım dediğim bir yerden çıkamazsam? Ya da sadece, öylece kalakalırsam ortada?

Bütün yaşıtlarımın bu endişelerle alakalı içten içe beni onayladığını hissediyor gibiyim ama aklımın bir köşesinde sürekli olarak "hayatının en güzel yaşlarının en güzel zamanları hızla geçiyor, daha iyi geçmesi için bir şeyler yapmalısın" çanları çalıyor. Susturamıyorum, sürekli bir kayıp zaman ve bir kere gelinen hayatta öylece yaşıyor olma hissi, mümkün değil peşimi bırakmıyor.

Böyle böyle ikilemler arasında belirsizlikler sürerken, takdir edersiniz ki hiçbir şey yapamıyorum. Bu yapamama, beni rahatsız ediyor. Kendimi zorlayıp yapmaya başlasam, zevk alamıyorum, dolayısıyla (şaşırtıcı olmayacak bir şekilde) bu da beni rahatsız ediyor. Zevk alamadığım için soğumak ve uzaklaşmaktan korkup bırakıyorum. İşte size bir kısırdöngü, elde var sıfır. Koskocaman bir sıfır koymak istiyorum buraya. Bakın, 0. Bu sıfır, benden hiçbir zevk alamadan sırf bitirmek için bitirmeye çalıştığım kitaplara gelsin. Hayatım boyunca "durma, sürekli bir şeyler yap" diye kendi kendime acayip motivasyonlar verebildiğim halde bir süredir sadece akşam olsun da camları kapıları açıp şu sessizlikte öylece boş boş oturayım diye bekliyorum.

Ama bir yandan da alışık olduğum bildiğim yöntemlerin işe yaramadığını da görebiliyorum. Ne yapabilirim, şimdiye kadar yaptıklarım beni buraya atabildi en fazla ama şimdi hayalini kurduğum her şey için risk almalıyım önce. Komik, neyin riskini nasıl alacağım onu bile bilmiyorum. Arkadaşlar bize ne zaman ne için risk alınabileceğini hiç kimsenin öğretmediğini fark ettiniz mi, daha doğrusu çevrenizde gerçekçi riskler alan kaç insanla tanıştınız hayallerine ulaşmak için?

Sonrası ise, sonrasını zaten hiç sormayın.

*

ps. Bu fotoğraf Kronotrop'ta çok keyifli bir yaz günü çekildi ve ağır bir analog görüntüsüne kavuştuktan sonra böyle kötü amaçlar için kullanılmaya karar verildi...

LILY PAD, 30 ml.

08:32


İnsanın her konu hakkında anlatacak bir şeyi mutlaka oluyor ya, benim bugün kısaca anlatacağım şey de aslında blogda sadece biraz sohbet etmek için.

Geçtiğimiz günlerde Ankamall'de dolaşırken şu anda kullandığım parfümün (Applejuice: Sıktığınız ilk anda burnunuza yeşil elma yaprağı kokusu gelen ve elma notalarıyla devam eden hoş bir ferahlığı olan tam bir yaz parfümü) çantama koyabileceğim kadar küçük versiyonu var mı diye bakmak için Zara'ya uğradım (Zara'nın benim için marka temsili de şu şekilde: Güzel parfümler ve kumaş pantolonlar; Mango çakması gömlekler). Parfüm beğenmenin mevsimle olduğu gibi ruh hali ile de yakından alakalı olduğunu düşündüğüm için (ve o gün tatlı bir insanla buluşacağım için çok mutlu olduğumdan) Lily pad'i ilk sıktığım zaman çok hoşuma gitmesine rağmen biraz daha dolaşıp tekrar gelmeye karar verdim. Önce mandalinalı meyveli kokarken yavaş yavaş kendini irish creamli latte gibi kokmaya bıraktı. Sandalağacı kokusunu normalde çok ağır bulmama rağmen en alt notalarındaki vanilya özüyle bu ikiliye adeta bayıldım. Ne çok kalıcı ne çok uçucu, her bir notasında bambaşka bir özüt bulunup hiçbirinden sıkılmanıza izin vermeyen bu parfümü çok sevdim. Büyük boyu olsa onu da alacaktım ancak şimdilik bu ufaklık çantada taşımak için de gayet uygun. Tam bir yaz parfümü değil ama kesinlikle şöyle bir sıktığınızda sizi iyi hissettiren bir parfüm. Koku duyarlılığı yüksek olan bir insan olarak benim testimden de tam puanla geçti: Zaten hafif hafif vanilyalı kahve gibi kokarken böyle şeyleri fark edemeyecek kadar mutlu oluyorsunuz.

Bir parfümü bu kadar anlatmış olmam da garip oldu; ama bu blogun okuyucusu anlayışla karşılayacaktır muhtemelen...

GİTTİM VE GÖRDÜM: KOALA COFFEE SHOP

14:38


Upuzun bir aradan sonra tekrar bloga dönmeyi istiyordum ama nasıl olabileceği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Dile kolay, neredeyse iki ay olmuş. Bu sürede sınavlarım, tez teslimim ve sonra tekrar sınavlarım (bütünlemesiz geçeceğimi düşünmemiştiniz umarım?) vardı, bunların her bir bölümü anlatmaya değebilecek türden olaylardan oluşmaktaydı hem de. Çocuk sabırsızlığıyla dünyanın en alakasız postuna en alakasız cümlesini yazayım da dilimin altındaki bakla çıksın artık: Okulu bitirdim. Bildiğiniz "bitmez bu, bitmeeez" diye etrafta dolaşıp durduğum lisans hayatım efsanevi bir bıkkınlıkla bitti. Ama bu çok başka bir yazının, hatta yazıların konusu.

Şimdi gelelim size biraz daha mazeret uydurmaya.

Birkaç gündür fotoğraf düzenliyorum bilgisayarda, hatta blog taslaklarına da kaydediyorum ama yazı yazmayı unutmuşum. Yok, ciddiyim. Bu blogu neden tutuyorum, nasıl yazıyor, neler yazıyordum hepten silinmiş gitmiş. Ben de bir yerden başlamak gerek diye düşünüp (bu durumun biriktirdiğim The Big Bang Theory bölümlerinin sonuna yaklaşmış olmamla alakalı olduğunu düşünmüyordunuz herhalde) en iyi bildiğim şeyi yazayım dedim. İşte size nurtopu gibi bir Gittim ve Gördüm yazısı, tam olarak bu şekilde doğdu.

Bu seferki yerimizin adı: Koala Coffee Shop. Tunalı'daki Bülten Sokak'ta (ki bu sokağın son bir senede bu kadar değişmiş olmasına hayret ediyorum, her kapının her camın ardında kahveci açılıyor sanırım) ikamet ediyorlar. Bilirsiniz, üçüncü dalga kahveciler, Chemex'ler, cold brew'ler, filtre kahveler ve son zamanlarda en favori içeceğim (adeta yeniden keşfettiğim ve bu kadar şekerli olup çok sağlıksız olmasıyla bilhassa gönlümü çalmış olan -hihihi-) irish cream aromalı iced latte'ler...

Direkt fotoğraf çekme amacıyla gitmediğim için elimde çok fazla fotoğraf yok ama zaten bu ikisi yeterince özetliyor gibi. Geri kalan kısmı size ben anlatabilirim: Üçüncü dalga kahvecilerine has cam kenarı, yüksek tabureli masalar; birkaç tane iç masa, birkaç tane bahçe masası; küçük -mütemadiyen iki raflı- kitaplık, karmakarışık kahve gereçleri, tebeşirle kahve isimlerinin yazılı olduğu kara tahta... Ahh, en sevdiğim şeyler: Tavandan aşağıya kadar uzanan aydınlatmalar.


Bildiğimiz şeyler dışında iki şey çok hoşuma gitti: Birincisi, kitaplıkta duran Yüzüklerin Efendisi kitapları ve kitaplıktan aşağıya doğru asılan kasnaktaki Tolkien amblemli işleme. İkincisi de tamamen tesadüf eseri keşfettiğimiz -aslında benim keşfettiğim bir şey değildi bu ama lafın gelişi öyle oldu-, kahve fişinde işletme adı olarak "Baggins" isminin yazması. Şu yaşıma gelmiş olduğum halde hala Hobbit göndermeli şeylerle gönlümün bu kadar çabuk kazanılıyor olması beni korkutuyor.

İki gün peşpeşe aynı içecekleri içince buranın kahvelerini -tamamen alakasız olarak- Starbucks'ınki ile karşılaştırma şansımız oldu. İşte sonuçlar:

1. Cold brew: Koala önde.
2. Irish creamli iced latte: İkisi de çok şekerli, fazlasıyla soğuk ve çok sağlıksız, yani ikisi de muhteşem (bu yazıyı sırf bu cümle için yazmış bile olabilirim).

Tüm bu güzelliklerine rağmen, hatta cam kenarındaki ahşap masaya gelen ışığın nefisliğine rağmen, hiç sevmediğim bir şey vardı burada: Müziğin türü ve ses seviyesinin yüksekliği. Müziğin türü ama tek bir tür olduğu sanılmasın, jazz ile başlamışken elektroniğe kayıyor; zaten ses yüksek... Tam bir "hadi hemen kalkın" hissiyatı yaşıyorum ben böyle olduğu zaman. Neden indie folk, akustik, böyle mellow şeyler çalmazlar hiç anlamıyorum. Şöyle güzel bir Gregory Alan Isakov mesela, William Fitzsimmons...


Burada yazının sonuna geldik, "nasıl yazılır unuttum" deyip bir türlü susamamak da ancak benim yapabileceğim bir şey olurdu.

Koala Coffee Shop'ın internet sitesi şurada, TIK.

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere, hoşçakalın!

BİR MUTFAK HİKÂYESİ: "PEKİ BEN NASIL BİRİYİM?"

13:22


Yazının başlığı çok dramatik oldu ama uzun zamandır üzerine düşündüğüm, ardından biraz daha-biraz daha düşündüğüm ve sonunda, bir blog yazısı sayfası açıp yazmaya başlamadan sonunu da getiremeyeceğimi fark ettiğim bir soru bu. Ben nasıl biriyim ya da kendimi nasıl tanımlarım; başkaları beni nasıl tanımlar ve kendiliğe ait pek çok soru da beraber...

Ama benim bu blog yazısını yazmaya karar vermem, benim elimde olan bir şey değildi ilk başta. Psikodrama işlediğimiz bir dersteydik ve bir anda bir oyun oynamaya karar vermiştik: İsteyenler adını bir kağıda yazıp masaya koyuyor ve hoca içlerinden bir tanesini kura ile çekiyor. Çekilen kağıttaki isim bütün sınıfa arkasını dönüyor ve ardından bütün sınıf o kişi hakkında iyi/kötü, olumlu/olumsuz akıllarına ne gelirse, söylüyor.

İşte 5 yıllık lisans hayatımın son dersinde, hocanın çektiği kağıttan evrenin tatlı bir göz kırpması olarak benim ismim çıktı ve yaklaşık 2 hafta sonra tamamı "psikolog" olacak yaklaşık 40-50 kişiye sırtımı verip dinlemeye ve hakkımda söylediklerini yazmaya başladım. Unutmadan, son derece yağmurlu bir gündü (ve bu küçük ayrıntıyı eklememi de bizzat Şennur hoca istemişti).


İşte bu Psikodramanın ses kaydı burada, dinlemek ister misiniz bilmem ama ben arada dönüp bakmak isterim (ve bu blog da benim kötücül amaçlarıma hizmet ediyor neticede). (Dinlemek isteyenler için gökgürültülü olması ve soğuk algınlığı olmuş tiz sesimle rahatsızlık verici olabileceği konusunda da uyarmak isterim.)

Bu kadar zamandır beni tanıyanlar benim için genelde ne demiş: Her zaman enerjikmişim ve beni hiç mutsuz görmemişler, benimle girilen tartışma kazanılamazmış ve bazen çok savunucu olabiliyormuşum, adımı bilmiyorken bana Harry Potter deniliyormuş, biraz mesafeliymişim de ama biraz konuştuktan sonra hemen samimi olurmuşum. Soğuk birisi değilmişim ama "hepinizle beraberim" hissi de vermiyormuşum. Ve böyle uzun uzun gidiyor.


Burada bir mola.

Tezim için insanlara yaptığım testin en sonunda, herkesten kendisini 15 cümle ile başkasına anlatırmış gibi yazmalarını istiyorum. Buna psikolojide "I am Statement Task" deniyor. Ben şöyle birisiyim görevi, gibi. Ben kendi testimi kendi blogumda yapmak istemiştim ve işte, olabildiğince dürüst olmaya çalışacağım kendime karşı. Bir yerlerden başlıyorum:

1. Ben kaygıları olan biriyim. En büyük kaygılarımdan biri yaşlandığım zaman dünyaya bakıp "Ben de buradaydım, ben de buradan geçtim" diyemeyecek olmak. Nasıl desem, bir ses bırakamamış olmak, yaşadığımın başkaları tarafından fark edilmemiş olması. Ortaya "güzel" denilebilecek şeyler çıkartmış olarak yaşlanmak istiyorum ve işte, 23 yaşımda kendimi, aynı anda pek çok şeyi yapmak ister halde şaşkın şaşkın etrafta gezinirken buluyorum. Üretmek, durmamak istiyorum. Yİne de geleceğimi tasarlayamıyor, sadece o an yapabileceğim şeyleri en iyi şekilde yapayım, sonrası zaten gelir diye düşünüyorum.

Saçma ve komik ama, bazen kendimi bilinçli şekilde değiştirmem gereken bir pasta hamuru olarak görüyorum. O yüzden bu yazı bir mutfak hikayesi ve ben de deneysel psikolojide tez yazmaya çalışan son derece deneysel bir pastayım. Sanki attığım her adımda pastaya faydalı ve onu güzelleştirecek bir şeyler eklemeliymişim gibi. Hani çocuğunun hayatlarını tasarlayan anne babalar olur ya, aynı öyle. Sanki her şey her zaman zaten istediğim gibi gidecekmiş gibi.

İşte şimdi şu kitapları okuyarak kendime bir tutam bilgi serpiyormuşum gibi.

2. Ben korkuları olan biriyim aynı zamanda. Evet bu aralar en çok korkuları olan biriyim. Büyük, anlamsız korkular. Otobüste giderken her an karşı yönden gelen bir aracın otobüsüme çarpacağı. Ya da yolda yürürken bir arabanın yoldan çıkıp üzerime uçacağı. Üst geçitten geçen metronun devrilip içinde bulunduğum arabaya çarpacağı. Korkular, sürekli, güçlü irkilmeler. Bir bıçak görünce kaçınmalar. İnsanlardan irkilmeler...


3. Bu, sevdiğim bir madde. Ben çoğu zaman mutlu biriyim aynı zamanda. Mutlu ama epey mutlu. Bir zamanlar A. şöyle bir şey demişti: "Normal insanların duygudurumu 20 üzerinden 10 olsun, ben her zaman 2-3'ken sen her zaman 15-16'sın." Rakamlardan tam olarak emin değilim ama kabaca böyle bir şeydi (ve açıkçası o zamandan beri A.'yı 3'ün yukarısında görmek maalesef bana pek nasip olmadı). Mutlu olmak bana "bir şeymiş" gibi gelmiyor, genelde yaptığım çoğu şeyden mutlu olabiliyorum. Bu günün her saati "Sugar"ı söyleyebilmek ve her akşam eve geldiğim zaman yemek yerken Casey Neistat videosu seyretmek gibi basit bir şey. Yeni konuşmaya başlayan Francine'in babasına "da-daaaay" demesi beni mutlu edebiliyor, babasını takip etmeye başladığım zaman küçük zilli daha yeni doğmuştu çünkü.

4. İnsanın kendisi hakkında "ben şöyle biriyim" demesinin zor olmasından şikayet eden deneklerimi bu maddede anladım ve ilerleyebilir miyim bilmiyorum ama deneyeceğim biraz daha.

Ben pek sinirli biri değilim. Çok komik oldu böyle pat diye söylemek ama cidden, sinirlenince hızlı hızlı konuşan gıcık tiplerden biri olduğum için herhalde, sinirlenmekten ziyade kırıklık hissediyorum daha çok. Kırgınlık ya da. Kalp kırıklığı filan değil, bir yorgunluk, bir bitkinlik, bir "rahat bırakın beni, bütün dünyanın ağırlığı zaten üzerimde" hisleri. "Zaten dertler derya olmuş..."


5. Beşinci madde sonunda ve ben, insanları tanımayı da çok seven biriyim. Bu konuda biraz mesleki hastalık etkisi yaşıyor bile olabilirim. İnsan davranışlarını izlemek ve hakkında konuşmaktan zevk alıyorum ve bunlar üzerine uzun uzun düşünüyorum da. Kendi davranışlarım hakkında düşünmek de dahil buna, kendimi tanımaya çalışmak da. Durun, bir sonraki maddeye yazabileceğim ilginç bir şey buldum:

6. Sık sık, şimdiki beni geçmişteki benle tanıştıran biriyim.

"İşte bu senin X yıl sonraki halin, nasıl, mutlu musun?" Hahaha, yazınca cidden kötü duruyormuş.

Garip ama, nedensizce bir geçmişteki ben'e saygı duyma durumu yaşıyorum. Sanki büyük zorluklara göğüs geren o ben başka bir ben'miş ve onu getirdiğim noktadan mutlu olmasını istiyormuşum gibi. Çabalarını boşa çıkarmamışım gibi? Hoş, örneğin bir 10 sene önceki ben şu halimi görse önce gözlerine inanamaz, sonra büyük bir merakla başımdan geçenleri dinlemek isterdi (sonuçta ben hep benim) ama o konuyu hiç açmasak daha iyi. Yine de, 10 sene önceki beni mutlu edecek birkaç şey yapmış olduğum söylenebilir, zaman eğilip bükülse de o zamanki arkadaşlarına anlatabilse...


7. Bazen nereden olduğunu anlamadığım bir şekilde ortaya çıkan önyargılarım olsa da yeni şeyler öğrenmeye de meraklı biriyim. Bu merakım bu sene araba markalarına, premium model arabalarda konsolda değişen şeylerin neler olduğuna, ya daaaa, işte makyajlı arabanın ne demek olduğuna, araba perdesinin aslında kornişli bir şey olmamasına, BİM'den 5 liralık araba camı sileceği almanın kısa vadede kurtarıcı ama uzun vadede iyi bir yatırım olmayacağına kaymış olsa da yeni bilgi, yeni bilgidir diyor ve severek kabul ediyorum hepsini.

8. Sekizinci madde, yaşım ilerledikçe kendisini şekillendirilmesi gereken pasta olarak görmeye başlayan kendimi sinirlendirecek bir şey: Bazen çok savunucu biriyim. Hem de neden, ne için yaptığımı anlayamayacağım kadar. Kendime uzaktan baktığım zaman hemen azaltılması gereken bir şey olarak gördüğüm, bu giderse daha da rahat bir insan olacağımı bildiğim bir şey. Bu maddeyi çabuk geçebilir miyiz, çabuk çabuk...

9. Sanırım 10 maddede bırakacağım bu olayı ve ceketimi alıp çıkacağım bu blogdan. Zaman ilerledikçe bütün yazdıklarımı sorgulamaya başlama ve büyük bir silme dürtüsü oluştuğu için, şöyle demek istiyorum: Kendimi iyi tanıyorsam, bir şeyleri pek çok şekilde yapmaya devam edecek olan biriyim. Bir insan ne yaparsa yapsın, ne kadar kötü durumda olursa olsun, yapmaya devam ettikçe o konuda iyileşeceğine ve başarılı olacağına inanan biriyim.

Ve bir mola...


Bu devasa yazının sonuna gelmenin gerektiğini fark ettim ve işte, onuncu ve sonuncu maddem,

10. Ben kendisiyle barışık biriyim. Bazen içimden kendimi yerden yere vurarak eleştirsem de, asansörde yalnız kaldığı zaman aynada kendisine göz kırpıp bununla epeyce eğlenen biriyim sonuçta.

Eh, en sonunda yine kendisiyle kalıverir insan.

*

En başa dönecek olursam, lisans hayatımın artık sonuna gelmiş ve pek çok gitgeller içerisindeyken kendim hakkında düşünmenin iyi olabileceğini hissetmiştim bir süre önce. Nasıl bir insan olduğunu unutur bazen insan; nelerden hoşlandığını, zaaflarını, güçlü yönlerini, sinirliliklerini, huysuzluklarını, zevklerini, başarılarını hatırlaması gerekir yeni bir şeylere başlarken. Kendisinin farkında olup öyle koşması gerekir istediklerinin peşinden.

İşte bu yazı, benim kendime kim olduğumu düşündüğüme dair yazımdı.

Umarım yaşlandığım zaman tüm bu aşamalardan geçtikten sonra oluşan ben, gerçekten tam anlamıyla tamamlanmış ve güzel olur...


Küçük bir dipnot. Bu yazıdaki fotoğraflar Minon Cakes'te bir süre önce Sony A7 ve Zeiss/55mm lens kullanılarak çekildi. Zeynep'e ve Minon Cakes'e sonsuz teşekkürler.

GİTTİM VE GÖRDÜM: SIMPLE NO: 12

11:17


Ankara'da üçüncü dalga kahvecilerin yavaş yavaş şehrin bütün çehresine yayılmasından hiç şikayetçi değilim. Şehir içi gidilecek yerler listemin kabarık olması kadar beni mutlu eden bir şey de yok. Bu hafta da, bir süredir listenin en tepesinde duran ve sınavlardan başımızı kaldırıp ancak gidebildiğimiz bir yer var: Simple No: 12. 

Yerimiz Tunalı'da, son zamanlarda kahvecileriyle iyice kalabalıklaşan Bülten Sokak'ta.


Bu yazıda direkt mekanı göstermekten ziyade fotoğrafları daha çok size eşlik etmesi için koyuyorum, daha çok sohbet etmek niyetindeyim çünkü. Ben bu blogu tutmaya henüz başlamışken, aslında o zamanlar Tumblr'daydık, Ankara'da kahve kültürünün eksikliğini derinden hissediyordum. Çok değil, iki sene öncesine kadar bile o kadar çok yeni yer açıldı ki eskiden bir haftada gezip bitirdiğimiz şehirde şimdi çoğu yere uğrayamaz hale geldik. Kendi adıma, eskiden gidip artık üstünü çizdiğim de çok fazla yer oldu. Alışkanlıklar değişti, mekanlar değişti, şehir hayatı da çok değişti. En azından benim için. 


Bu konuyla alakalı bazen bazı şeylerin değişim hızına hayret ediyorum: 1.5 sene kadar önce Ankara'da Chemex bulamıyorduk. Hatta Zeynep ile beraber fotoğrafını çekmeyi en çok sevdiğimiz şeylerden biriydi ve ilk kez Grano'da görmüş ve çok sevinmiştik. Ardından Arabica Hario demliklerini getirmişti, o zaman için bu da çok büyük bir olaydı hatta. Bu hafta ise Simple'a girdiğim zaman, sanırım sonsuza dek fotoğraflarını çekmeyi seveceğim bir sürü kahve demleme gerecini bir arada görünce değişimi görüp tekrar hayret ettim. Kahvecilerde değişik demleme yöntemlerinin çok fazla tercih edilmediğini biliyorum, hatta çoğu gereç öylece alınıyor ve duruyormuş bazı mekan sahiplerine göre, ama bunları görmek beni yine de mutlu ediyor.


Ama itiraf etmeliyim, ki bu blogun okuyucusu tarafından hayli garipsenebilir bir durum bu, kafelere gitmeyi ortada bir fotoğraf çekme amacı yoksa hiç sevmiyorum ve yeni kahveleri denemek konusunda da çok iyi değilim; bu konuda bir babaanne sıkıcılığında da olabilirim hatta: Bütün kış chai tea latte, havalar biraz düzeldikten sonra da düz, dümdüz, hatta çok düz bir latte içme sevdası alıp götürür beni. Eskiden beri söylediğim, bir mekanın iyi kahve yapıp yapmadığını latte'sinden anlama teorisi de bu yüzden benim için geçerliliğini her zaman koruyor.


Karmakarışık gidiyorum ama (blog yazısı yazmayı epey özlemişim, her şeyi anlatmak istiyorum galiba :), bu kadar uzun zaman iç mekan fotoğrafı çektikten sonra üçüncü dalga kahvecilere analog renklerin her zaman daha çok yakıştığını düşünüyorum. Sanırım biraz o salaş havayı hissettirdiği için. Örneğin burada hem Sony ile hem de Fujifilm ile fotoğraf çekmiştim. Giderken de Sony'nin bütün ayarlarını değiştirmiş, en analog renkleri sağlaması için kontrastından beyaz dengesine kadar her şeyiyle oynamıştım ama yine, bu gönderide -tabii ki- tek bir Sony fotoğrafı bile yok! Olmayınca olmuyor galiba, Sony ile tertemiz netlikte fotoğraflar çekerken kahvecilerin şu hafif sarımsı, olabildiğince sıcak havasını verebilmek mümkün değil. En azından ben yapamıyorum sanırım, tam da bu yüzden ileride Fujifilm makinenizi satacak olursanız bana satmalısınız. Evet evet, kesinlikle bana.


İşte böyle, bir oradan bir buradan blog yazısının daha sonuna geldik, gelmeye çalıştık. Hızımı alamayıp bir on tane daha yazacak gibiyim, gevezeliğim çok olmadık bir anda yakaladı beni ama sizleri daha fazla sıkmadan son bir ayrıntının ayrıntısı fotoğrafı daha koyup gideceğim bu diyarlardan. Simple'daki masaların ve sandalyelerin açık ahşap rengini çok sevdim, içerisi o kadar güzel bir günışığı alıyordu ki resmen hiç gölge yoktu, yağmur yağmasına rağmen aşırı ferahtı içerisi ve bu durumu çok sevdim. Biraz daha geniş olsa ders çalışılabilir bir ortam bile sayılabilirdi benim için. Burası ile alakalı en sevmediğim şey ise kesinlikle içerideki müziğin ses düzeyinin çok yüksek olması oldu. Bu açıdan hızlı bir kahve içme yeri olabilir, içip hemen çıkmak şeklinde. 


Bir sonraki yazıda görüşmek üzere, hoşçakalın!

Adres:

Remzi Oğuz Arık Mahallesi, Bülten Sokak, No: 12
Tunalı
İnternet sitesi için TIK.

GİTTİM VE GÖRDÜM: 95.8 MAX FM

13:45


Uzun zamandır atmak istediğim bir başlıktı bu, "Gittim ve Gördüm: Max FM". Nereden başlasam bilemediğim, toplamda 390 fotoğraf/video arasından 20 tanesini zar zor seçebildiğim ama daha başında çok uzun olacağı belli olan bu yazıya hoşgeldiniz. Bugün, sizi Ankara'nın gözbebeği olan bir radyo ve stüdyosuna götürüyorum. Hadi başlayalım.


Bilmeyenler için Max FM stüdyoları, Ankara, Tunalı'da yer alıyor. Tam olarak Havuzlu Sokak'ta. Pek çok erteleme nedeninden sonra (patlayan bombalar, bomba alarmları, sağlık problemleri derken) bir cumartesi günü son anda haberleşip radyonun en sakin olduğu zamanı da yakalamış olup gittik. Girişin tam olarak nerede olduğunu çözmeye çalışırken herkesin en bir sevdiği Nur Şentürk tarafından içeri alındık ve işte, her şey bu şekilde başlamış oldu. Sanki evimizdeymiş gibi hissettirilip radyo mutfağına alındık ve dekorasyonun her bir ayrıntısını keşfetmemiz de böyle başladı. Buraya gelmeden önce radyo direktörü Melisa (Kalafatoğlu) hanım ile ufak bir konuşmamız olmuştu ve bana radyoyu muhtemelen beklediğimden çok daha güzel bulacağımı söylemişti ama bu kadar olacağını da tahmin etmemiştim. Radyo deyince aklıma basık, dar stüdyolar ve karanlık bir ortam geldiği için böyle bir iç tasarım karşısında epey şaşırdım.


Radyonun içerisinde sürekli radyo yayının olduğunu zaten tahmin edersiniz ama sürekli radyodan dinlediğimiz sesi canlı canlı dinlemek kadar hoş bir duygu yoktur sanırım. Arada radyodaki Nur'un konuşması ile yanımızdaki Nur'un konuşması birbirine karışıyor, galiba en sevdiğim anlardan biri. Bu sırada radyonun nefis kütüphanesini kurcalamaya çoktan başlamışız. Yukarıda mutfağı görüyorsunuz, altta da hemen radyonun girişinde solda kalan oturma salonunu.


Çok uzun zamandır merak ettiğim ve kimisi çocukça bile olabilecek sorularımın hepsini Nur Şentürk tek tek sabırla cevapladı. Röportaj gibi olmadığı ve kaydetmediğim için direkt cevaplarını ne yazık ki veremeyeceğim ama cidden, geceleri radyoda neler olduğunu hiç merak etmemiş miydiniz mesela? Akşam bir saatten sonra otomasyon sistemi devreye giriyormuş. Tamam, peki ya gece yayında bir sorun olursa ne olacak? Radyo yayınında herhangi bir aksaklık olması durumunda e-mail alert sistemi devreye giriyormuş, 7 gün 24 saat aktif bir durummuş bu. O an ofiste kimse yok ise uzaktan müdahale sistemi ile yaşanan sorun çözülmeye başlanıyormuş, buna benzer pek çok donanım da kullanıyorlarmış aynı zamanda. Peki hiç böyle bir sorun olmuş mu? Bir keresinde sık sık elektrik kesintisi olduğu için ana stüdyonun jenaratörü bozulmuş ve kablolar yanmış, ardından hemen yedek stüdyoya (production room) geçmişler, birkaç gün içerisinde de sorun giderilmiş. Peki ya şarkı keşfetme süreci? Melisa hanım bu süreci şu şekilde açıklıyor:

Bu bizim tutkuyla yaptığımız bir şey. Max Fm’in en önemli özelliklerinden bir tanesi, son 50 yılın en güzel şarkılarını bir araya getirmekle kalmayıp bugün piyasaya sürülmüş bir şarkıyı da anında radyoda duyabilmeniz. Hit müziğin peşinde değildir, Max Fm belirlediği tarzın, kalitenin ve insanın ruhunun iliklerini müzikle canlandırmanın peşindedir. 
60lar, 70ler, 80ler, 90lar, 00ler, 10lar dan ve alternatif, country, pop, rock, singer/songwriter, folk, indie, etc. ve bunların alt kategorilerinden şarkıları bir araya getirmek için çok özel sıralamalar geliştirmiştir bu radyo, bu kadar çeşidi birbirine uydurmak hiç kolay değildi. Ama bu bizim vizyonumuz ve bunu tutkuyla gerçekleştiririz.  
Dünyanın her yerinde cuma günü yeni müzik piyasaya sürülür. Bu yazdan beri bu böyle, bundan önce salı günleriydi, new music (single/album) release date. Cuma yeni müzikler gelir gelmez uygun kategoriler dinlenir ve özenle seçim yapılır. Seçilen şarkılar yayına alınmak üzere sıraya girer, yayına yeni giren ve yayında olan şarkılar içinde çok özel bir akış belirlenmiştir ve bu şekilde uygulanır. 


Hazır yakalamışken yerel bir radyo olmalarını düşünerek aylık dinlenme sayılarını soruyorum. Türkiye'deki reyting ölçer cihazların güvenilir bir sonuç verdiğine inanmayıp bilinçli bir tercihte bulunuyorlar ve erişimlerinden, kitle düzeyleri ve kitle genişliğinden hiçbir şüpheleri yok. Bunu da gerek sosyal platformlar, gerek uygulamalar ve internet sitelerindeki dinleyici geri dönüşünden net bir şekilde anlayabiliyorlar. Radyodaki bu bilinçlilik, işin gerçekten sevilerek yapıldığını size fazlasıyla hissettiriyor (ki dinleyici kitlesi için bunu hissetmek hiç de zor değildir diye düşünüyorum). Bunları kahvemizi içerken konuştuğumuz yer ise hemen aşağıda, mutfakta gördüğünüz masalar. Her bir köşesini sonsuz kere çekip en sonunda zorla çıktığım bir yer.


Bu kadar oturmak yeter diyerek sizi biraz yerinizden kaldırayım ve yukarıda bahsettiğim prodüksiyon odasının (ama acil durumlarda yedek stüdyo olarak da hizmet verebilen bir yer burası) içerisine şöyle bir göz atalım şimdi. Radyo gezisi henüz başlıyor aslında.


Bu odada reklam spotu, jingle, sweeper, promo, aklımıza ne gelirse onun prodüksiyonu yapılıyormuş.

İçeriye biraz daha bakalım...


Biraz daha...


Buranın girişinde şöyle çok güzel bir "RECORD" tabelası var, ki ben bunu çekene kadar on farklı ışık/perde kombinasyonu oluşturan djimize ne kadar teşekkür etsem az. 


Bir de şöyle güzel bir ayrıntı var:


Prodüksiyon odası karşıdan şu şekilde görünüyor, burada kapısı kapalı olan yerin içerisini gördünüz az önce:


Burada ışıkları yanan odada pek çok televizyon var ve haber takipleri genelde buradan yapılıyor. O odayı da ayrıntılı olarak bu yazının altına koyacağım video ile görebilirsiniz. 

Bu odanın hemen sağ tarafında ise, tam anlamıyla radyonun "beyni" var. İçerisi özel olarak soğutulmuş ve kapıları tabii ki kuvvetlice kilitli. Müziklerin büyük kısmı burada saklanıyor, otomasyon sistemi de burada, her şey burada.


Sizi daha fazla gizli saklı yerlerde dolaştırmayıp ana stüdyoya getireyim, ki Nur Şentürk burayı açarken "işte burası da bizim mabedimiz" demişti. Kendisini mabedinde gizlice yakaladığım bu fotoğrafı ise ben çok sevdim:


İçerisi ise tam olarak şu şekilde:


Hava durumu bilgisine dikkat ettiniz mi bilmiyorum ama biraz daha yakından bakalım:


Buradan tam karşıya baktığınız zaman ise bu yazının en başındaki ON AIR yazısı yansımalarını görüyorsunuz.

Bir de ayrıntının ayrıntısı...


(Bu arada ben bu yazıyı yazarken Max FM'de My Heart Will Go On çalmaya başlaması da işitsel bir güzellik olarak kalsın burada.)

Sanırım bir radyo gezisini en güzel ve farklı yapan şey, aslında sizin hissiyatınızı da kontrol eden bir yere gelmiş olmanız. Arabada giderken radyonun etkisine kendinizi kaptırıp uzaklara gitme isteği duymanızı sağlayan yere gelmek insanda tarifsiz hisler uyandırıyor. Benim bütün bu fotoğraflar arasında en favorim ise Nur Şentürk'ün, en sevdiğimiz dj'in kendisine has, ait olduğu yerdeki fotoğrafı oldu: 


Pek çok eksikliklerin, unutulmuşlukların olduğunu biliyorum ama Max FM, şimdiye kadar en sevdiğim Gittim ve Gördüm oldu. Şimdi kısacık fotoğraflardan da konuşmak istiyorum. Kahvelerinizi yudumlamaya devam edin.


Bu yazıdaki fotoğrafların sanırım en önemli özelliği, kontrastın yüksek olması oldu. Makine ayarlarında da, ardından yaptığım kısa editleme işleminde de kontrastın biraz fazla olmasının fotoğraflara yakıştığını düşündüm. Bazı fotoğraflarda ışığın pek çok yerden harsh bir şekilde gelmesi beni zorladı, ama toparlanmayacak bir şey olmadığını düşünüyorum; siz ne düşünüyorsunuz, lütfen yazın. Onun dışında bütün fotoğrafları ve videoları her zamanki gibi Sony A6000, 16-50mm ve 50mm f 1.8 ile, sabit ISO'da (200) çektim. Çok fazla fotoğraf olduğu için minimuma indirebilmek için en geniş açıları almak zorunda kaldım çoğu zaman, umarım sizin için de sorun olmamıştır. 

Video ile bitirmeden önce sağladığı sınırsız rahatlık ve misafirperverlik yüzünden Nur Şentürk'e sonsuz teşekkürler. Ardından Melisa Kalafatoğlu'na da ta yurtdışından bizim için bu buluşmayı ayarladığı ve ardından radyo hakkında daha detaylı bilgiler verdiği için çok teşekkürler. Son olarak bir de yol arkadaşıma teşekkür etmek istiyorum. 


Bir sonraki yazıda görüşünceye dek, hoşçakalın!